22 Şubat 2014 Cumartesi

SİVİLLER BENİ IRGALAMAZ


CUMHURİYET SAVCILIĞINA

                                                            BALA

DAVACI  : Mustafa DEMİR.....

SANIK     : 1-Ahmet ÇALIŞ ....

                   2-M.Ç. .....

                   3-Gülden ÇALIŞ....

                   4-Mustafa GÜDEK .....

                   5-Ali MÜLAYİM .....

SUÇ         : Yaralamalı Trafik Kazası olayında bilerek ve isteyerek Yalan ifade vermek, taraflı ve kasıtlı olarak Trafik Kazası ve Tespit Tutanağı düzenlemek ve bilerek eksik soruşturma yapmak.

SUÇ TARİHİ : 06.08.2004  saat 20:30 sıraları

            OLAYLAR    : Oğlum Halil DEMİR , 06.08.2004 tarihinde saat 20:30 sıralarında, kullandığı sivilce ilacını almak için geldiği Bala Eczanesinde hava almak bahanesiyle çıkmış, Bala Lisesi önünde arkadaşı olan Can GÜRBÜZ’le karşılaşıp tokalaştığı sırada M. Ç.’ın kullandığı 06 RUT 82 plakalı beyaz renkli Kartal Marka araç sağ bacağının arka kısmında tahmini 100 civarında bir süratle kendisine çarpmış, Önce Bala Sağlık Ocağına, oradan Ankara Gazi Hastanesine, daha sonra Ankara Güven Hastanesine kaldırılmış, 40 gündür Güven Hastanesi Genel Yoğun Bakım odasında yatmakta,üç gündür gözlerini açmakta, uzun süre tedavi görmesi planlanmaktadır.

            Oğlum Halil DEMİR yoğun bakımda hayati tehlike kaydı ile yatmakta olduğundan benolaylarla ilgilenemedim, sürekli oğlumun olduğu hastanede bulundum ve halen hastanede bulunmaktayım. CUMHURİYET Savcılığınıza intikal eden 2004/323 Hazırlı Nolu olay dosyasında olay sırasında karşılaştığı arkadaşı Can GÜRBÜZ’ün ifadesine rastlamadım ve bir şekilde ifadesinin alınmadığını öğrendim. Ayrıca Ahmet ÇALIŞ, M.Ç. ve kızı Gülden ÇALIŞ’ın bilerek ve isteyerek yalan ifade verdiklerini, önce olayı kaza yerinde olmayan Ahmet ÇALIŞ’ın üstlendiğini, ifade veren şahitlerden Mekin ÖKTEM’in ifadesi üzerine oğlunun çarptığını kabul etmek zorunda kaldığını, bu seferde oğlumun karşıdan karşıya koşarak geçtiği yalanını bilerek ve isteyerek söylediğini oğlu ve kızınında aynı ifadeleri kullandıklarını gördüm.  Arabanın hızının da bilerek ve isteyerek 30-40 civarında olduğunu iddia ettiklerini, bu hızla giden bir aracın karıştığı trafik kazasında mağdurun 40 günden fazla yoğun bakımda kalacağına ben inanmıyorum ve hiç kimsenin de inanacağını kabul etmiyorum. Ayrıca oğlum sağ bacağının arka kısmında vurulmuştur. Buda oğlumun arkada vurulduğunun delilidir. M.Ç’ın yaşının küçük olduğunu bilerek kendisine araç teslim etmek suçtur.

            M.Ç’ın gözünün sakat olduğu ve büyük numaralı gözlük kullandığı, bu gözlerle normalde bile araç kullanamayacağı iddia edilmektedir. Kazanın olduğu yer okul önüdür. Yolun sağında ve solunda da okul levhası vardır ve bu levhanın olduğu yerde bildiğim kadarıyla hızlı gidilmez ve araç sollanamaz. Bu durumlarda Emniyet tutanak ve raporlarında yer almamaktadır. Tüm bunlar suç teşkil etmektedir.

            Ayrıca Olay yeri Trafik Kazası Tespit Tutanağı hazırlayan Trafik Polis Memuru Mustafa GÜDEK hazırladığı raporda, okul levhalarını bilerek dikkate almamış, oğlumun kaldırımda durduğunu, karşıdan karşıya koşarak geçmediğini, arkadaşıyla konuşurken arkadan vurulduğunu bildiği halde, bunlara raporunda yer vermemiş, bilerek ve isteyerek raporunu karşıdan  karşıya geçiş şeklinde vermiş ve oğlumu %60 kusurlu göstermiştir. Görevini kötüye kullanmış ve suç işlemiştir. Ben bu raporu kabul etmiyorum ve bilirkişi istenilerek yeniden rapor düzenlenmesini talep ediyorum.

            Bala Emniyet Amir Vekili ve Karakol Başkomiseri, eksik soruşturma yaptırarak olay anında oğlumun karşılaştığı Can GÜRBÜZ’ün ifadesinin alınmamasına göz yumduğu, oğlumun kaldırımda durduğunu ve arkadan vurulduğunu bildiği,ifadelerin yalan olduğunu bildiği halde oğlumu suçlu gösteren raporu imzalayarak suç işlemiştir.

            Yukarıda belirttiğim nedenlerle Cumhuriyet Savcılığınıza başvurmak zorunluluğu hasıl olmuştur.

            HUKUKİ NEDENLER :TCK ilgili maddeleri ve CMUK.

            DELİLLER: Yaralamalı Trafik kazası ile ilgili 2004/323 hazırlık dosyası,tanıklar,bilirkişi vs.

            SONUÇ: Ben halen yoğun bakımda yatmakta olan oğlumla ilgileniyor olduğumdan, oğlumun arkadaşı ve olay anında karşılaştığı Can GÜRBÜZ’ün ve Soyismini bilmediğim Bala Lisesi karşısında kanepe örtüsü, perde vs. satan Gülümser adlı kadının tanık olarak dinlenmesini ve sanıklar hakkında Cumhuriyet Savcılığınızca gerekli soruşturma ve işlemler yapılarak dava açılmasının sağlanmasını arz ederim.14.09.2004 Saygılarımla Mustafa DEMİR

            Bu dilekçeyi Savcılığa verdikten sonra tekrar Güven Hastanesine döndüm. Akşam görüşünden sonra Doktor Özcan Bey beni odasına çağırdı. Kısa bir sohbetten sonra hastanın yatışının bir aydan fazla olduğunu ve artık fizik tedavi almasının gerektiğini söyledi. Bende:

-Sizin Fizik Tedavi Merkeziniz var oraya alalım. Deyince:

-Bizim Fizik Tedavi Merkezimiz bu tür hastalara göre değil, daha çok gündüz gelip gidebilen hastalar içindir. Bu tip hastalar için özel merkezler var, bir araştırın dedi. Bende:

-Hocam bildiğiniz veya tavsiye edebileceğiniz bir merkez varmı? Diye sorunca:

-Gata’nın Beytepe’de Fizik Tedavi Merkezi var, daha çok Güneydoğuda yaralanan hastalar tedavi ediliyor, orayı bir araştırın. Orada bunun gibi ağır hastalar var Dedi.

Biraz daha sohbet ettik. Kendisi elimizde belge olması için bir Durum Raporu hazırlatacağını söyledi. Bu hastanın çok uzun süre bakıma ve tedaviye ihtiyacı var diyordu.

Bir gün sonra Durum raporunu aldım. Önce Ankara Numune Hastanesinin yanında bulunan Ankara Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Hastanesine gittim. Prof.Dr Sumru Özel’le görüşmemi istediler.  Bir süre bekledim odasına gelmeyince doktoru arayıp üst katlarda buldum. Elimde bulunan  02.09.2004 tarihli Durum Raporunun aynısı vardı sadece tarihi değiştirilmişti. Bu durum raporunu kabul etmedi. Tekrar Güven hastanesine döndüm Doktor Özcan Bey’le konuşup onun isteğine uygun bir durup raporu yazdırdım:

Hasta Halil DEMİR 18 yaşında 06/08/2004 tarihinde  araç dışı trafik kazası nedeni ile   kafa travması sonucu G.Ü.TIP FAKÜLTESİ’ne götürülmüş ve buradan  07.08.2004 tarihinde hasta yakınlarının isteği üzerine GÜVEN HASTANESİ’ne sev edilmiştir. Geldiği andaki FM bulguları: Genel durumu kötü, Şuuru kapalı(G:5) spontan solunumu yok, entübe,. R-/-,pupillar izokorik, ping-poind, ağrılı uyarılara üst axtremitelerde flexör, alt extremitelerde ekstansör yanıtı mevcut. Vücut üzerinde multıple yüzeyel erozyonlar mevcut idi. Çekilen Kranial CT de sağ frontal, sol frontal, sol periatel loplarda konfüzyon alanları mevcut idi. Sağ parietalde  linear kırık ve 1-5,2 cm lik subdural hematom taspit edildi.Sistemik muayenede başka bir patalojiye rastlamnadı.Hasta genel yoğun bakım ünitesine alınarak ventilatöre bağlandı. İlerleyen günlerde organ fonksiyonlarında bir bozukluk görülmedi, ancak yatışından 5 gün sonra ateşleri olmaya başladı. Antibiyotik tedavisine yanıt veren hasta17/08 /2004 tarihinde ventilatörden ayrıldı ve ardından  trakeostomi açıldı. Halen sistemik hiçbir sorunu olayan hasta şu andaki Glaskow skoru 9 olarak hesaplanmaktadır. Hasta spontan olarak gözlerini açabiliyor, trakeostomisinden oda havasında O2 (oksijen) gerektirmeden solunum yapabiliyor. Ağrı ile extremitelerini çekebilmektedir. Bilinci kapalı, oryantasyon ve kooperasyonu mevcut olmayan hastanın uzun süreli bakımı ve rehabilitasyonu gerekmektedir. 16.09.2004 Dr. NEDİM ÇEKMEN

Raporu bu defa  kabul ettirdim. Ama raporun üstüne  el yazısıyla:

Şartlı yatak sırası

1-Kooperasyon kurulabilecek

2-Şuur açık olacak

3-Decübir olmayacak (Ne demekse?)

4-Dahili yönden takip gerektiren bir durumu olmayacak

notunu düştüler. Benim cep ve ev telefonumu alıp durumuna uygun yatak boşaldığında haber vereceklerini söylediler. Bizde mecburen beklemeye başladık. Bu arada özel veya resmi Fizik Tedavi Hastanelerini araştırmaya başladık. Bulduğumuz çoğu hastane Halil’in durumuna uygun değildi.

Güven Hastanesi Beytepe’de olduğunu söylediği Fizik tedavi ve Rehabilitasyon Hastanesine bir Radyo’da çalışan Emin Bey’in arabasıyla birlikte gittik. Askeri Hastane olduğu için ben kimlik verip içeri girdim. O dışarıda bekliyordu. Beyin bölümünün sekreterine elimdeki Durum Raporu’nu verip kısaca durumunu anlattım. Yakasında Tenekecioğlu yazan bayan sekreter evrakı alıp salonun kliniklerin olduğu bölümde oturan ve adının Ahmet Bey olduğunu söylediği doktorun yanına gitti. Ben geride bekliyordum. Aramızda ortası boş etrafı kısa duvarla çevrili bir alan vardı. Doktor sandalyede dönüp sekreterde evrakı aldı:

-“Siviller beni ırgalamaz.”

Ben şok olmuştum. Bir süre evrakı inceledi. Bana dönüp:

-Biz Koopere kurulamayan hastaları almıyoruz. Zaten bizim hastalar bize yetiyor. Dedi ve evrakı tekrar sekretere verdi. Sekreter yanıma gelince:

-Terbiyesiz ne biçim konuşuyor.

Ben sadece:

-Duydum. Dedim.

-Kabul etmiyor dedi ve evrakımı bana verip odasına girdi.

Ben dışarı çıkıp yaşananları Emin Bey’e anlattım. Emin Bey’de böyle bir şeye inanamıyordu:

-Bu milletin parasıyla Asker olan nasıl böyle bir söz söyleyebilir? Sivilleri nasıl hakir görebilir? Diyordu.

Beraberce Güven Hastanesine döndük. Bu olay moralimizi çok bozmuştu. Böyle bir şey kabul edilebilir değildi. Beni Hastaneye bıraktıktan sonra ayrıldı. İlerleyen günlerde bu konuyu isim vermeden çalıştığı Radyo’da dile getirmiş, askeriyede herhangi bir tepki gelmemişti. Bala’da bu konuşmayı Radyoda duyan bir arkadaşım bana gelip benim oraya gidip gitmediği sormuştu. Bende gittiğimi söyleyince:

-Radyoda konuşulan kişinin hemen Halil olduğunu anladım. demişti.


11 Şubat 2014 Salı

MÜLKİYE MÜFETTİŞİ



Hastanede geldiğimde Kaymakam Bey’in beni çağırdığını söylediler. Gittim. Kaymakamlığa Müfettiş gelmiş. Müfettiş ADSL İnternet kurulmasını istiyormuş. Bilgisayar öğretmeni çağırmışlar, yapamamış. Kaymakam Bey’e nasıl yapılacağını izah ettim. Sordu:

            -Sen nerden öğrendin? Ben de :

            -Ankara’da hem Proğram Hem de Donanım kursuna katıldım. Fiilen de donanımla ilgileniyorum. Dedim.

            Bende; Kaymakamlığa kurulacak ADSL’i bilgisayarlarının kaldıramayacağını, bilgisayarlarının bu konuda yetersiz olduğunu, kurulunca çok yavaş çalışacağını ve bilgisayarlarının sık sık kilitleneceğini Kaymakam Bey’e uygun lisanla izah ettim. Kaymakam Bey önce hattın çalıştırılmasını, ondan sonrasına bakacaklarını söyledi. Bende kalem’e geçip ADSL’nin kurulabilmesi için önce abone olunmasını, daha sonra hattın uygun hale getirilmesini istedim ve tekrar hastaneye gittim. Bir gün sonra Ankara’da ADSL makinası alıp geldiğimde hat hazırdı. ADSL’yi Yazı İşeri Müdürü odasına kurdum. Dediğim gibi oldu. Bilgisayarları düzgün çalışmadı. Ben bilgisayarla uğraşırken Müfettiş Bey odaya girdi. Yanında bir kişi daha vardı. Yazı işleri Müdürü Vekili olan Şef bana Müfettişi ve yanındaki kişiyi tanıttı. Yanındaki Emniyet Müfettişi imiş. Bana Emniyet Müfettişi diye tanıştırılınca ben:

            -Emniyet’in işini yapmıyorum!

 Dedim ve elimdeki işi bıraktım.

Mülkiye Müfettişi:

-Emniyet’in işini niye yapmıyorsun? diye sordu.

Ben de :

-Oğlum kaza geçirdi şu an hastanede yoğun bakımda yatıyor.Biz hastanede uğraşırken arkamızda raporlar değiştirilmiş. O çocukta bilgisayarcıydı. Emniyetin bilgisayarına bir şey olsa onu çağırıyorlardı. Bu nedenle ben Emniyet’in artık işini yapmıyorum. Dedim.

Müfettiş :

-Ben Mülkiye Müfettişiyim, Emniyetin değil. Sen benim işimi yapıyorsun. Dedi. Bende:

-ADSL’yi kurdum ama Bilgisayar yetersiz, çok yavaş çalışıyor ve kilitleniyor. Benim işim bitti. Dedim.

Kalkıp benim yerime bilgisayarın başına geçti. Bana da:

-Kaza evrakları varsa getir bir bakayım. Dedi.

Ben odadan çıktıktan sonra Şef:

-Müfettiş’e ne dedin öyle. Adam şaşırdı. Ne diyeceğini bilemedi… Dedi.

Bende:

-Hakkımı sonuna kadar arayacağım….

 Deyince diğer memurlarda beni desteklediler. Bende eve gidip kaza dosyalarının bende bulunan suretlerini getirip Mülkiye Müfettişine verdim. Daha sonra Kaymakam Bey Müftü Bey’i çağırmış. Bizim bilgisayarlardan birini istemiş. Bizim dairede dört adet bilgisayar vardı ve hepside son sistem yeni bilgisayardı ve birbirine bağlı hat bilgisayarlardı. Bir yıl önce resmi ödenek gönderilmişti. Resmi ödenekle Devlet Malzeme Ofisinde iki bilgisayar alınamazken ben Ankara’da kurs gördüğüm ve sonrasında birlikte hareket ettiğim yerde aynı parayla üç bilgisayar almış, üstüne de ağ kurdurmuştum. Kurulumu da birlikte yapmıştık. Ana Makine benim kullandığım bilgisayardı. Müftü Bey önce benim kullandığım bilgisayarı vermek istediyse de ana makine olduğunu öğrenince kendi kullandığı bilgisayarı vermeye karar verdik. Bilgisayarı Kaymakamlığa  benim götürüp kurmam gerekiyordu. Bende zaten ağımda kayıtlı bilgisayarı “Uzak Bilgisayarım” olarak ayarladım ve götürüp Kaymakamlığa kurdum.

Bir süre sonra Emniyet Amirliğinden beni çağırdılar. Komşum Eczacı Barbaros beyle birlikte gittik. Benim Müfettişe konuşmam Amirliğe gitmiş, Amir Bey’de rahatsız olmuş. Emniyette bir süre konuştuk. Emniyet Amiri değişmişti. Kaza zamanı Bala’da olan Emniyet Amiri değildi. Amir Bey ısrarla raporun değiştirilmesinin mümkün olamayacağını savunuyordu. Benden dosyayı istedi. Bende Müfettişe verdiğimi söyledim. Israrla dosyayı isteyince Barbaros Beyle gelip Kaymakamlıkta dosyayı alıp Emniyet Amirliğine geri döndük. Amir Bey bir süre dosyayı inceledi. Bana evrakları gösteriyor, bir şey deyip demediğimi soruyordu. Ahmet Çalış’ın üst arama ve nezarete alınma tutanağına gelince:

-Orada dur. Adam Avukatı olmadan ifade vermeyeceğini söylemiş, tutanak tutulmuş. Tutanağa saat yazılmış. Adam nezarete alınmış. İfadesi de aynı tarih ve saati taşıyor. Sence hangisi doğru? Dedim.

Amir hemen İfade tutanağını açtı. İnceledi, bir şey diyemedi. Konuşmamızın havası değişmişti. Bir süre daha tartıştıktan sonra olay yerine gitmeye karar verdik.

Benim doğru söylediğimi görünce değişen Trafik Polisini çağırdı. Birlikte kendi Emniyet aracıyla bende Barbaros Bey’in aracıyla kaza yeri olan bala Lisesi önüne gittik.

Olay yerini inceleyen Emniyet Amiri ve olay zamanının normal polis memuru, yeni trafik memuru kaza yapan aracın suçlu olduğunu, yayanın suçunun olmadığını söyledi. Amir Bey’in tutumu değişmişti. Bana:

-Kimsenin Emniyet hakkında kötü düşünmesini istemem.. dedi. Ben:

-Emniyet hakkında genel olarak kötü düşünmüyorum. Benim teşkilatınızın her hademesinde elliden fazla akrabam var. Ben sadece Bala Karakol ve Emniyetinin artık işini yapmayacağımı söylüyorum. Yapılan haksızlığı kabul edemiyorum.. dedim

Amir bizden ayrıldı. Olay yerini tekrar gezerken polis memuruyla bir şeyler konuşuyordu. Bizde Barbaros Bey’le olay yerinde ayrıldık. Bende dosyalarımı tekrar Kaymakamlığa getirip Müfettiş Bey’in odasına koydurdum. Olanları da bir süre konuştuktan sonra tekrar hastaneye gitmek üzere Kaymakamlıktan ayrıldım.

Bir süre sonra Mülkiye Müfettişi işini bitirdi. Belediye’ye geçecekti. Bilgisayarın belediye’yede gitmemesi için Müftü Bey beni bilgisayarı almak üzere Kaymakamlığa gönderdi. Yazı işleri odasına girince Müfettiş Beyle bir süre konuştuktan sonra kaza dosyalarımı çekmecesinde çıkartıp masanın üzerine koydu. Bana dönüp:

-Dosyanı inceledim. Bunda bir şey yok..

Konuşmasını bitirmesine fırsat vermeden:

-Siz memurları koruyorsunuz! Dedim.

Şaşırmıştı. Bende :

-Bu dosya kokuyor. Daha yeni olay yerine gittik. Yeni Emniyet Amiri ve Trafik Polisi mağdurun değil, aracın suçlu olduğunu kabul etti. Dedim.

Müfettiş dosyayı yeniden inceleye başladı. Bende kendisine dosyadaki tutarsızlıkları teker teker gösterdim. Ondan sonra da sert bir şekilde:

-Ülkemizde haklı olan değil güçlü olan haklı! Bu dosyanın Savcılıktan alınıp değiştirildiği biliyoruz!. Ben Gaziantep İslahiye’den Seydo Ağa’nın torunlarındanım! İspat edilemeyecek şeyler yapmaya bizde muktedir insanız! Deyince:

-Maalesef bu ülkemizin bir handikapı. Bunun önüne bir türlü geçilemiyor. Savcılık konusu beni aşar. Sen bilgisayarla uğraşıyorsun. Yukarıya bunu bildir, gereğini yaparlar. Ben Savcılığa bir şey yapamam. Dedi ve dosyaları bana verdi. Bende alıp götüreceğim bilgisayarın üzerine koydum. Kendisi çıkmak üzere ayağa kalkmıştı. Bu arada kapı açıldı ve kapıda Kaymakam Bey göründü. Bana dönüp:

-Hemen bilgisayarı almaya mı geldin? Diye takıldıktan sonra Müfettiş Bey’e:

-Hadi çıkalım. dedi.

Müfettiş Bey çıkarken:

-Dosyalarımı silin kimse okumasın. Dedi.

Bende :

-İyi bir bilgisayarcı silinse de yine okuyabilir. dedim.

Müfettiş Bey bilgisayarı “Uzak Bilgisayarım” yaptığımı, yazdıklarını iki bina ötede okuduğumu, kendisinin raporunda kaza ile ilgili tek kelime bile etmediğini bildiğimi bilse herhalde ne kadar kızardı Allah bilir.

Kapıdan çıkarken:

-Onu duymuştum. Sen gereğini yap. dedi ve Kaymakam Bey’le çıkıp gittiler.

Bende Bilgisayarı alıp getirdim ve yerine kurdum. Onun raporlarını da bilgisayarda temizledim.

 

 

2 Şubat 2014 Pazar

DİB'DE İŞLER BÖYLEYDİ: ÖNSÖZ


Bu kitabı yazmaya karar vermemde en büyük etken Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı taşra teşkilatında küçük bir memur olarak çalışırken 1991 yılında gördüğüm bir rüya üzerine yaşadıklarım etkili olmuştur. İslahiye’de Memur olarak çalışırken gördüğüm rüyadan sonra yaşadıklarımın 20 yıllık acı bir deneyimimdir. Bu yazdıklarım bire bir yaşadıklarımdır. Bu nedenle Kitabımın adını “Dib’te İşler Böyleydi.” koymayı uygun gördüm.

Gördüğüm rüya ile benim hayatım değişecekti. Nitekim değişti de. En sonunda Diyanet İşleri Başkanı’na “Güveni Kötüye Kullanma” ve “Nitelikli Dolandırıcılık” Davası açtım. Bu Kitabımda da memuriyetim süresince bizzat yaşadıklarımı anlatmaktayım.

Gördüğüm rüyadan sonra rahatsızlanarak gittiğim Çukurova Üniversitesi Balcalı Hastanesi Tıp Fakültesi Üroloji Doktoru beni muayene ettikten sonra “Bu hastalık ancak kaza geçirenlerde oluşur.”Diye anlatmıştı. Tedaviye cevap vermeyince de operasyon yapılmış, uzun süren bir tedaviden ve operasyonlardan sonra da Diyaliz hastası olarak yaşamaya devam etmekteyim. Ben bunun manevi bir kaza olduğunu Diyanet’in beni İcra(?)’ya vermesinden sonra böbreklerimi kaybedince anlayacaktım.

İslahiye Müftüsü Ali Yazıcı ile Nurdağı Müftülüğü’nde başlayan “Yalan söylüyorsun” taştışması aslında Diyanet Yetkililerinin Kur’an-ı Kerim’in tarifiyle “Hayvandan aşağı” kişiler olduğunu öğretecek zorlu ve zorunlu bir sürecin başlangıcı olmuştur. Sıkıştıklarında medeni kanun rahatça Dini emirlerin yerine ikame edilmektedir. En büyük yalancılar Diyanet İşleri Başkanlığı yetkilileri olmuştur. Buna en iyi örnekte benim yardım yazımı ve doyamı alarak böyle bir dosya olmadığına dair bana resmi yazı verdirmeleridir.

            3 Mart 1924 tarihinde 429 sayılı kanunla kurulan Diyanet İşleri Reisliği (Başkanlığı) adını Cebelibereket (Osmaniye) Milletvekilinden almıştır. İlk Diyanet İşleri Reisi (Başkanı) Rıfat Börekçi 5 Nisan 1924 tarihinde bu göreve getirilmiştir. Aynı zamanda Cumhuriyet Halk Fırkası (Partisi) Ankara İl başkanıdır. Öldüğü 1941 yılına kadar bu görevlerini sürdürmüştür.

            3 Mart 1924 tarihinde aynı zamanda  Hilafet’te kaldırılmıştır. 1924 Anayasasının 2. maddesinde yer alan “Türkiye Devletinin Dini İslam’dır” hükmü çıkatrılmıştır. Laikli ise Anayasa’ya ancak 5 Şubat 1937 tarihinden girmiştir. Bu gün tarihçiler hariç hemen hemen hiç kimse Türkiye Devletinin resmi dininin İslam olduğunu hatırlamadığı gibi Laikliğin de Cumhuriyetin kuruluşunda kabul edilen temel ilkelerinden sanmaktadır. Bu gün Cumhutiyetin temel ilkelerinden kabul edilen Laiklik Fransa’dan alıntıdır. Dünyada Fransa ve Türkiye’den başka Laikliği benimseyen ülke yoktur. Maalesef Türkiye de uzun süre Laikliği “Dinsizlik” olarak yorumlamış ve uygulamıştır.

Laikliğin Dinsizlik olarak uygulanmaya başlanması Diyanet Reisi Rıfat Börekçi zamanında başlamış, bu gün bile hala sürmektedir. Din görevlileri siyasetten uzak durmalı dense de, Diyanet İşleri Başkanlarını hep “Siyasetçiler” atamıştır. Diyanet işleri Başkanları da siyasetçilerin isteklerine hep boyun eğen insanlardan seçilmiştir. Bu nedenle halk nazarında fazla itibarları olamamış, olanlar da bu makamda durmamışlardır.

Türkiye Diyanet Vakfı 13 Mart 1975 tarihinde Türk Medeni Kanununda Değişiklik Yapan 903 Sayılı Yasa'ya göre kurulmuş bir özel hukuk tüzel kişisidir. Vakfa, 13.01.1978 tarih ve 16168 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 20.12.1977 tarihli ve 7/14433 sayılı Bakanlar Kurulu kararı ile vergi muafiyeti tanınmıştır. Ayrıca, Vakfa; 2860 sayılı Yardım Toplama Kanununun 6 ncı maddesine göre, izin almadan yardım toplayabilen kuruluşlardan sayılması 05.08.2005 tarih ve 25897 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 12.07.2005 tarihli ve 2005/9171 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile uygun görülmüştür. Kururcuları; Ahmet UZUNOĞLU, Yakup ÜSTÜN, Dr. Lütfi DOĞAN, Dr. Tayyar ALTIKULAÇ’tır.

Kuruluş amacı: İslâm dininin gerçek hüviyeti ile tanıtılmasında, toplumun din konusunda aydınlatılmasında Diyanet İşleri Başkanlığı'na yardımcı ve destek olmak, gereken yerlerde cami yapıp donatmak, fakir hastalar için tedavi kurumları açıp işletmek, zekat, fitre gibi Müslüman vatandaşlarımız tarafından yapılacak yardımları şartlarına uygun olarak toplumdaki ihtiyaç sahiplerine intikal ettirerek sosyal yardım ve hizmeti geliştirmektir...

Kuruluşunda Diyanet İşleri Başkanlığı ve Müftülük hizmetlerine yardımcı olmak amacıyla kurulan bu Vakıf, kısa zamanda Türkiye’nin en zengin vakıfları arasına girmiş, düzgün çalıştığı yıllarda başarılı çalışmalarda bulunulmuştur. Hatta; ülkenin kriz yıllarında bir Başbakan ülkeyi krizden çıkarmak için “Diyanet Vakfını bana verin, yeter” diyebilmiştir. Şimdi ise toplanan yardımlar Diyanet İşleri Başkanlığı yöneticilerinin, İl ve İlçe Müftülerinin Örtülü ödeneğidir. Çoğunda da harcama başka, Fatura başkadır. Vakıf Mütevelli Heyetleri ise birer imza atıcıdan başka bir şey değildir.

Ondan sonra siyaseten bir İlçe Müftüsü’nün Diyanet İşleri Başkanı yapılmasının ardından, özellikle ben yardım talebinde bulunduğum ve sık sık Vakıf Genel Merkezine gelip gittiğim dönemde personel maaşını ödeyemez duruma getirilmiştir.

 Bu nedenle de bana verilen söz tutulmamış, yardım yapılmamıştır. Benim Vakıf Müfettişleri yardımıyla “Her ne şekilde olursa olsun maddi sıkıntı çeken personele şubelerce yardım yapılması” diye bir yazı almam ve Bala Şubesinde “Yardım” almam, Bala’dan ayrılırken de bana yardım eden Bala Müftüsü Ahmet Bey’in ricası ile imzaladığım “Mahkemem bitmez se ödemem” diye de defalarca söylediğim, Mahkeme bitmeyince de mahkeme sonucu ödenmek üzere bekleyen  “Yardım Senetlerim”: “Başkasında çocuk doğurduğu mahkeme kararı ile tesbit edilen”, Ahmet Bey’in de “Boşanma” davası açtığı eşinin şikayeti ve ona yardım edenlerin marifetiyle “Borç” haline getirilerek icraya verilmiştir. İcra, Mahkemeye taşınmış, adil yargılama olmadığından Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç durusunda bulunulmuş ve hukuki mücadele başlatılmıştır.

2004 yılında oğlum Halil ağır bir trafik kazası geçirince iki yıl sürecek ağır bir tedavi sürecine ve sekiz yıldır bitmeyen bir Mahkeme sürecine başlamış olduk. Bu süreçte Oğlunun okulu bana yardımcı olurken benim teşkilatım olan Diyanet İşleri Başkanlığı,  bırakın yardımcı olmayı, çıkartabildiği her türlü zorluğu çıkararak ahlaksızlıkta ne kadar maharetli olduğunu gösterdi. Yardım talebim reddedildiği gibi, benim yardım için verdiğim senetler “Borç” addedilerek bizzat talimatla icraya verildim.

Tayin için gittiğimde yardım sözlerini tutmadıkları gibi Tayin sözlerini de tutmadılar. Bende siyasi nüfuzumu kullanarak tayinimi Kadirli’ye çıkarttım. Kadirli’den de “Tepeden” geldiğim için ev kiralamamda yardım etmedikleri gibi üç yıl oturduğum Merkez Cami Lojmanını bana vermemek için her yolu denedilerse de başarılı olamadılar.

2009        yılının son günü icra bana tebliğ edildi. Bende aynı gün Mahkemeye başvurdum. Karşı dava açtımsa da davam reddedildi. İcra Kesinleşti. Bende Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, Başkanlık Müfettişi Bilal Öztürk ve Diyanet Vakfı Hukuk Müşaviri A.Hamdi Aşıkkaya hakkıda Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına “Güveni Kötüye Kullanmak” ve “Nitelikli Dolandırıcılık yapmak” suçlamasıyla suç duyurusunda bulundum.Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı “Güveni kötüye kullanmak” suçunu “Görevi kötüye kullanmak” şekline dönüştürerek takipsizlik kararı vermiş. Bende itiraz ederek dosyanın Sincan Ağır Ceza Mahkemesine gönderilmesini istedim. Diyanet İşleri Başkanlığı istisnai memurluk statüsünde olduğundan ve üçlü kararname ile atandığından her türlü inceleme, soruşturma, kovuşturma ve yargılama bizzat Başbakan’ın iznine tabi olduğundan sonuç alamayacağımı bilerek iç hukuk mücadelesi başlattım. Başbakanlığın izin vermeyeceğini bildiğim içinde Avukat tutmadım. Aynen bildiğim gibi oldu. Anayasa dahil iç hukuk tamamlandı. Avrupa İnsan hakları Mahkemesine başvuru hakkımı kullanmak için çalışmalarıma devam etmekteyim.

Kitabıma, “Dibde işler böyleydi” adını vermemin nedenine gelince; Gavurdağı (Nurdağı) Ağa’larından Nurdağı’dan Tahtaköprü’ye kadar uzanan İslahiye ovasının sahibi Seydi (Seydo Ağa) Ağanın Büyük Kızı Fatma’nın oğlu Fakı Mehmet’in torunuyum. Bunu nüfus kaydı ile de ispat edebiliyoruz. Bu arazinin bir kısmına Fırka-i İslahiye Ordusu tarafından 1877 yılında İslahiye kurulmuş ve aşiretler yerleştirilmiştir. Bir kısmı ise; 1935 yılıda çıkarılan Toprak Reformu Kanunun 10. maddesi gereğince yöre halkına 1954-1957 yılları arasında dağıtılmıştır.

Kadirli’ye geldikten sonra yaptığımız araştırma sonunda Fakı Mehmet’in Annesinin Seydo Ağa’nın Kızı, Babasının da son Kozanoğlu Ağası Yusuf Ağa’nın kardeşi Halil Bey’in torunu Abdurrahman Efendi olduğu ortaya çıkartılmıştır. Dedem Fakı Mehmet: Halil Bey’in oğlu Hacı’nın (Tatar Hacı) oğlu Abdurrahman Efendi’nin oğludur. Osmaniye Valiliği’nin yayınladığı Fırka-i İslahiye: Osmaniye Tarihi adlı kitapta ve Osmanlı Tarihçisi Ahmet Cevdet Paşa’nın Tezakir Adlı eserinin üçüncü cildinde Kozanoğlu Halil Bey’in 2500 Kuruş Maaşla Sivas’a sürgün edildiğine dair kayıt vardır. Bu konuda Sivas Valiliği ile yazışma yapılmışsa da bir netice alınamıştır. Daha sonra Kurt İsmail Paşa tarafından Samsun Limanı üzerinden İstanbul’a gönderildiklerine dair kaydı buldum. İstanbul’da Sayın Necbettin Erbakan’ın dedesi Hüseyin Bey ve benim büyük dedem Halil Bey dahil 16 Kozanoğlu Beyinin bir konakta tolandığı, okumak isteyenlerin Osmanlı Devleti tarafından okutulduğu, okuyanlardan Necmettin Erbakan’ın babasının Erzurum!a Mustantik (Savcı) tayin edildiği, benim dedemin babası Abdurrahman Efendi’nin de bu gün Nurdağı’na bağlı bir köy olan Kurudere Nahiyesine Mustantik (Savcı) olararak atandıklarını öğrendim. Daha sonraları Necmettin Erbakan’ın babası Sinop’a Hakim olarak atanmış ve Annesiyle evlenerek Necmettin Erbakan dünyaya gelmiş, Abdurrahman Efendi de Kurudere’den İslahiye’ye atanarak Dedesi gibi Fırka-i İslahiye tarafından Niş’e sürülen Küçükalioğlu Mustafa Paşa!nın oğlu Seydi Bey(Seydo Ağa)!in büyük kızı Fatma ile evlenmiş ve dedem dahil iki oğlu iki kızı dört çocuğu olmuştur. Osmaniye Tarihi adlı kitapta Kozanoğulları’nın Osmanlıca “Soy Kütüğü” de yayımlanmıştır

Kozanoğlu Halil Bey’in torunu Abdurrahman Efendi’nin İslahiye’de Mustantik (Savcı) olarak görev yaparken Karaburçlu Köyü yakınlarında attan düşüp öldüğü, yerine Seydo Ağa’nın oğlu Mıkdat Ağa’nın Mustantik (Savcı) olarak atandığı bilinmekte, bunu halen hayatta olan Babam İbrahim’de onaylamaktadır. Mıkdat Ağa, babamın babasının dayısıdır ve son zamanlarını görmüştür. Fakat Dedesi Abdurrahman Efendi’yi  hatırlamamaktadır. Dedem Fakı Mehmet’in(Doğum:1301, Ölüm: 1942) Annesi Fatma Demir (Doğum:1852, Ölüm:1919) şuan Nüfus Kütüğünde bulunmakta, Babası Abdurrahman Efendi ise bulunmamaktadır. Mezarının yeri ise Nurdağı’na bağlı Karaburçlu Köyü yakınlarında bulunan Kızılbayır yokuşunun alt tarafında bulunmaktadır. Babası Hacı dahil ailenin diğer fertlerin mezarı Kızlaç Köyü’ne ait Kamanağzı Mezarlığında bulunmaktadır.

Kitaplarda  bize Kozanoğulları’nın eşkıya olduğu anlatıldı. Fakat araştırmalarımda gördüm ki Dedem Fakı Mehmet Kızlaç Köyü’nün Ağası, Muhtarı ve Hocasıdır. Babası Abdurrahman Efendi Savcı’dır.Onun babası Hacı ise katırla hacca gidip gelen bir Alim’dir. Hacı’nın Babası Halil Bey ise; Fırka-i İslahiye’ye yardımcı olan bir Bey’dir. Nasıl yardımcı olduğunu da Ahmet Cevdet Paşa Tezakir adlı eserinde anlatmaktadır.

Bu ülkede Başbakanlık ve uzun süre Siyasi Parti Başkanlığı yapan bir siyaset adamı olan Sayın Necmettin Erbakan’da Kozanoğlu Hüseyin Bey’in torunudur ve babası Ağır Ceza Hakimi’dir. Görüldüğü gibi sıradan insan değillerdir.  Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un bir şiirinde: “..Gelenin hatırı için, geçmişe asla sövemem!...” dediği gibi biz gelenlerin hatırı için hep geçmişimize sövmüşüz...

Cumhuriyet kurulduktan sonra Atatürk, Selanik Dönme ve Yahudilerinde maddi destek almış, “Borç alan emir de alır” sözü gereği Yahudiler bu ülkenin perde gerisi yöneticileri olmuşlardır.  1353 sayılı kanunla 1 Kasım 1928 tarihinde çıkatrılan “Harf Devrimi” kanunu sayesinde zamanın Milli Eğitim Bakanı’nın deyimi ile: “Binlerce Alim Cahil(?)” yapılarak sokaklara salındı.  Buna paralel olarak ta: “Tabii ki binlerce Cahil’de Alim(?)  yapılarak bu ülkenin başına Bela” edilmiştir. Yeni harfler gökten zembille gelmemiştir. Şu anllandığımız yazı, Osmanlının son dönemlerinde Selanik Yahudi ve Dönmelerinin kendi aralarında kullandıkları bir yazı çeşididir. 

Kılık Kıyafet ve Şapka Devrimi ise düpe düz Yahudilerden alınmadır. Özellikle Kılık-Kıyafet ve Şapka Devrimi sayesinde Kurtuluş Savaşından çıkmış Fakir halkın elindeki varlık Yahudi Tüccarlara peşkeş çekilmişdir.  Bu nedenle: “Devlet malı Deniz, yemeyen Keriz” lafı bu ülkede Darb-ı Mesel olmuştur. Bu ülkede uzun zaman yönetici olan bizler, bir kanunla “Cahil” edilerek  en “DİB”e indirilmişiz. Medeni olmak sadece bir hikayedir. Ziya Paşa’nın dediği gibi: “Eşeğe altın semer vursan, eşek yine eşektir.”

Diyanet İşleri Başkanlığı Taşra Teşkilatı’nda küçük bir memur olarak en “DİB”de çalıştığım ve bu kitabımda da memuriyet hayatımda yaşadıklarımı anlattığım için bu adı yani “Dib’de İşler Böyleydi” adını vermeyi uygun buldum.

Osmanlı zamanında Sadrazam’a denk, hatta üstünde olan ve Padişah’tan sonra 2. sırada bulunan Hilafet Makamı:  3 Mart 1924 tarihinde kaldırılmış ve yerine kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı  Cumhuriyette 51. sıradan protokolde en dipte yer bulmuş ve yetkililerinin “Saman Çöpü” gibi hiçbir değeri olmamıştır. 2012 yılında Protokolde Diyanet işleri Başkanı 10. sıraya alınmıştır. Ama Dinin siyasette yeri yok denirken, görevlileri siyasete bulaştı denilerek görevden atılırken Diyanet İşler Başkanları ve üst düzey yöneticileri hep “Siyasetin Maşası” olagelmiştir. Bu nedenle de halk tarafından fazla kabül görememişler ve sıradan bir “Devlet Memuru” olmuktan öteye gidememişlerdir...

Gayret bizden, Başarı Allah’tandır.

                                                                                           2012 OSMANİYE

                                                                                            Mustafa DEMİR