2 Şubat 2014 Pazar

DİB'DE İŞLER BÖYLEYDİ: ÖNSÖZ


Bu kitabı yazmaya karar vermemde en büyük etken Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı taşra teşkilatında küçük bir memur olarak çalışırken 1991 yılında gördüğüm bir rüya üzerine yaşadıklarım etkili olmuştur. İslahiye’de Memur olarak çalışırken gördüğüm rüyadan sonra yaşadıklarımın 20 yıllık acı bir deneyimimdir. Bu yazdıklarım bire bir yaşadıklarımdır. Bu nedenle Kitabımın adını “Dib’te İşler Böyleydi.” koymayı uygun gördüm.

Gördüğüm rüya ile benim hayatım değişecekti. Nitekim değişti de. En sonunda Diyanet İşleri Başkanı’na “Güveni Kötüye Kullanma” ve “Nitelikli Dolandırıcılık” Davası açtım. Bu Kitabımda da memuriyetim süresince bizzat yaşadıklarımı anlatmaktayım.

Gördüğüm rüyadan sonra rahatsızlanarak gittiğim Çukurova Üniversitesi Balcalı Hastanesi Tıp Fakültesi Üroloji Doktoru beni muayene ettikten sonra “Bu hastalık ancak kaza geçirenlerde oluşur.”Diye anlatmıştı. Tedaviye cevap vermeyince de operasyon yapılmış, uzun süren bir tedaviden ve operasyonlardan sonra da Diyaliz hastası olarak yaşamaya devam etmekteyim. Ben bunun manevi bir kaza olduğunu Diyanet’in beni İcra(?)’ya vermesinden sonra böbreklerimi kaybedince anlayacaktım.

İslahiye Müftüsü Ali Yazıcı ile Nurdağı Müftülüğü’nde başlayan “Yalan söylüyorsun” taştışması aslında Diyanet Yetkililerinin Kur’an-ı Kerim’in tarifiyle “Hayvandan aşağı” kişiler olduğunu öğretecek zorlu ve zorunlu bir sürecin başlangıcı olmuştur. Sıkıştıklarında medeni kanun rahatça Dini emirlerin yerine ikame edilmektedir. En büyük yalancılar Diyanet İşleri Başkanlığı yetkilileri olmuştur. Buna en iyi örnekte benim yardım yazımı ve doyamı alarak böyle bir dosya olmadığına dair bana resmi yazı verdirmeleridir.

            3 Mart 1924 tarihinde 429 sayılı kanunla kurulan Diyanet İşleri Reisliği (Başkanlığı) adını Cebelibereket (Osmaniye) Milletvekilinden almıştır. İlk Diyanet İşleri Reisi (Başkanı) Rıfat Börekçi 5 Nisan 1924 tarihinde bu göreve getirilmiştir. Aynı zamanda Cumhuriyet Halk Fırkası (Partisi) Ankara İl başkanıdır. Öldüğü 1941 yılına kadar bu görevlerini sürdürmüştür.

            3 Mart 1924 tarihinde aynı zamanda  Hilafet’te kaldırılmıştır. 1924 Anayasasının 2. maddesinde yer alan “Türkiye Devletinin Dini İslam’dır” hükmü çıkatrılmıştır. Laikli ise Anayasa’ya ancak 5 Şubat 1937 tarihinden girmiştir. Bu gün tarihçiler hariç hemen hemen hiç kimse Türkiye Devletinin resmi dininin İslam olduğunu hatırlamadığı gibi Laikliğin de Cumhuriyetin kuruluşunda kabul edilen temel ilkelerinden sanmaktadır. Bu gün Cumhutiyetin temel ilkelerinden kabul edilen Laiklik Fransa’dan alıntıdır. Dünyada Fransa ve Türkiye’den başka Laikliği benimseyen ülke yoktur. Maalesef Türkiye de uzun süre Laikliği “Dinsizlik” olarak yorumlamış ve uygulamıştır.

Laikliğin Dinsizlik olarak uygulanmaya başlanması Diyanet Reisi Rıfat Börekçi zamanında başlamış, bu gün bile hala sürmektedir. Din görevlileri siyasetten uzak durmalı dense de, Diyanet İşleri Başkanlarını hep “Siyasetçiler” atamıştır. Diyanet işleri Başkanları da siyasetçilerin isteklerine hep boyun eğen insanlardan seçilmiştir. Bu nedenle halk nazarında fazla itibarları olamamış, olanlar da bu makamda durmamışlardır.

Türkiye Diyanet Vakfı 13 Mart 1975 tarihinde Türk Medeni Kanununda Değişiklik Yapan 903 Sayılı Yasa'ya göre kurulmuş bir özel hukuk tüzel kişisidir. Vakfa, 13.01.1978 tarih ve 16168 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 20.12.1977 tarihli ve 7/14433 sayılı Bakanlar Kurulu kararı ile vergi muafiyeti tanınmıştır. Ayrıca, Vakfa; 2860 sayılı Yardım Toplama Kanununun 6 ncı maddesine göre, izin almadan yardım toplayabilen kuruluşlardan sayılması 05.08.2005 tarih ve 25897 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 12.07.2005 tarihli ve 2005/9171 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile uygun görülmüştür. Kururcuları; Ahmet UZUNOĞLU, Yakup ÜSTÜN, Dr. Lütfi DOĞAN, Dr. Tayyar ALTIKULAÇ’tır.

Kuruluş amacı: İslâm dininin gerçek hüviyeti ile tanıtılmasında, toplumun din konusunda aydınlatılmasında Diyanet İşleri Başkanlığı'na yardımcı ve destek olmak, gereken yerlerde cami yapıp donatmak, fakir hastalar için tedavi kurumları açıp işletmek, zekat, fitre gibi Müslüman vatandaşlarımız tarafından yapılacak yardımları şartlarına uygun olarak toplumdaki ihtiyaç sahiplerine intikal ettirerek sosyal yardım ve hizmeti geliştirmektir...

Kuruluşunda Diyanet İşleri Başkanlığı ve Müftülük hizmetlerine yardımcı olmak amacıyla kurulan bu Vakıf, kısa zamanda Türkiye’nin en zengin vakıfları arasına girmiş, düzgün çalıştığı yıllarda başarılı çalışmalarda bulunulmuştur. Hatta; ülkenin kriz yıllarında bir Başbakan ülkeyi krizden çıkarmak için “Diyanet Vakfını bana verin, yeter” diyebilmiştir. Şimdi ise toplanan yardımlar Diyanet İşleri Başkanlığı yöneticilerinin, İl ve İlçe Müftülerinin Örtülü ödeneğidir. Çoğunda da harcama başka, Fatura başkadır. Vakıf Mütevelli Heyetleri ise birer imza atıcıdan başka bir şey değildir.

Ondan sonra siyaseten bir İlçe Müftüsü’nün Diyanet İşleri Başkanı yapılmasının ardından, özellikle ben yardım talebinde bulunduğum ve sık sık Vakıf Genel Merkezine gelip gittiğim dönemde personel maaşını ödeyemez duruma getirilmiştir.

 Bu nedenle de bana verilen söz tutulmamış, yardım yapılmamıştır. Benim Vakıf Müfettişleri yardımıyla “Her ne şekilde olursa olsun maddi sıkıntı çeken personele şubelerce yardım yapılması” diye bir yazı almam ve Bala Şubesinde “Yardım” almam, Bala’dan ayrılırken de bana yardım eden Bala Müftüsü Ahmet Bey’in ricası ile imzaladığım “Mahkemem bitmez se ödemem” diye de defalarca söylediğim, Mahkeme bitmeyince de mahkeme sonucu ödenmek üzere bekleyen  “Yardım Senetlerim”: “Başkasında çocuk doğurduğu mahkeme kararı ile tesbit edilen”, Ahmet Bey’in de “Boşanma” davası açtığı eşinin şikayeti ve ona yardım edenlerin marifetiyle “Borç” haline getirilerek icraya verilmiştir. İcra, Mahkemeye taşınmış, adil yargılama olmadığından Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç durusunda bulunulmuş ve hukuki mücadele başlatılmıştır.

2004 yılında oğlum Halil ağır bir trafik kazası geçirince iki yıl sürecek ağır bir tedavi sürecine ve sekiz yıldır bitmeyen bir Mahkeme sürecine başlamış olduk. Bu süreçte Oğlunun okulu bana yardımcı olurken benim teşkilatım olan Diyanet İşleri Başkanlığı,  bırakın yardımcı olmayı, çıkartabildiği her türlü zorluğu çıkararak ahlaksızlıkta ne kadar maharetli olduğunu gösterdi. Yardım talebim reddedildiği gibi, benim yardım için verdiğim senetler “Borç” addedilerek bizzat talimatla icraya verildim.

Tayin için gittiğimde yardım sözlerini tutmadıkları gibi Tayin sözlerini de tutmadılar. Bende siyasi nüfuzumu kullanarak tayinimi Kadirli’ye çıkarttım. Kadirli’den de “Tepeden” geldiğim için ev kiralamamda yardım etmedikleri gibi üç yıl oturduğum Merkez Cami Lojmanını bana vermemek için her yolu denedilerse de başarılı olamadılar.

2009        yılının son günü icra bana tebliğ edildi. Bende aynı gün Mahkemeye başvurdum. Karşı dava açtımsa da davam reddedildi. İcra Kesinleşti. Bende Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, Başkanlık Müfettişi Bilal Öztürk ve Diyanet Vakfı Hukuk Müşaviri A.Hamdi Aşıkkaya hakkıda Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına “Güveni Kötüye Kullanmak” ve “Nitelikli Dolandırıcılık yapmak” suçlamasıyla suç duyurusunda bulundum.Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı “Güveni kötüye kullanmak” suçunu “Görevi kötüye kullanmak” şekline dönüştürerek takipsizlik kararı vermiş. Bende itiraz ederek dosyanın Sincan Ağır Ceza Mahkemesine gönderilmesini istedim. Diyanet İşleri Başkanlığı istisnai memurluk statüsünde olduğundan ve üçlü kararname ile atandığından her türlü inceleme, soruşturma, kovuşturma ve yargılama bizzat Başbakan’ın iznine tabi olduğundan sonuç alamayacağımı bilerek iç hukuk mücadelesi başlattım. Başbakanlığın izin vermeyeceğini bildiğim içinde Avukat tutmadım. Aynen bildiğim gibi oldu. Anayasa dahil iç hukuk tamamlandı. Avrupa İnsan hakları Mahkemesine başvuru hakkımı kullanmak için çalışmalarıma devam etmekteyim.

Kitabıma, “Dibde işler böyleydi” adını vermemin nedenine gelince; Gavurdağı (Nurdağı) Ağa’larından Nurdağı’dan Tahtaköprü’ye kadar uzanan İslahiye ovasının sahibi Seydi (Seydo Ağa) Ağanın Büyük Kızı Fatma’nın oğlu Fakı Mehmet’in torunuyum. Bunu nüfus kaydı ile de ispat edebiliyoruz. Bu arazinin bir kısmına Fırka-i İslahiye Ordusu tarafından 1877 yılında İslahiye kurulmuş ve aşiretler yerleştirilmiştir. Bir kısmı ise; 1935 yılıda çıkarılan Toprak Reformu Kanunun 10. maddesi gereğince yöre halkına 1954-1957 yılları arasında dağıtılmıştır.

Kadirli’ye geldikten sonra yaptığımız araştırma sonunda Fakı Mehmet’in Annesinin Seydo Ağa’nın Kızı, Babasının da son Kozanoğlu Ağası Yusuf Ağa’nın kardeşi Halil Bey’in torunu Abdurrahman Efendi olduğu ortaya çıkartılmıştır. Dedem Fakı Mehmet: Halil Bey’in oğlu Hacı’nın (Tatar Hacı) oğlu Abdurrahman Efendi’nin oğludur. Osmaniye Valiliği’nin yayınladığı Fırka-i İslahiye: Osmaniye Tarihi adlı kitapta ve Osmanlı Tarihçisi Ahmet Cevdet Paşa’nın Tezakir Adlı eserinin üçüncü cildinde Kozanoğlu Halil Bey’in 2500 Kuruş Maaşla Sivas’a sürgün edildiğine dair kayıt vardır. Bu konuda Sivas Valiliği ile yazışma yapılmışsa da bir netice alınamıştır. Daha sonra Kurt İsmail Paşa tarafından Samsun Limanı üzerinden İstanbul’a gönderildiklerine dair kaydı buldum. İstanbul’da Sayın Necbettin Erbakan’ın dedesi Hüseyin Bey ve benim büyük dedem Halil Bey dahil 16 Kozanoğlu Beyinin bir konakta tolandığı, okumak isteyenlerin Osmanlı Devleti tarafından okutulduğu, okuyanlardan Necmettin Erbakan’ın babasının Erzurum!a Mustantik (Savcı) tayin edildiği, benim dedemin babası Abdurrahman Efendi’nin de bu gün Nurdağı’na bağlı bir köy olan Kurudere Nahiyesine Mustantik (Savcı) olararak atandıklarını öğrendim. Daha sonraları Necmettin Erbakan’ın babası Sinop’a Hakim olarak atanmış ve Annesiyle evlenerek Necmettin Erbakan dünyaya gelmiş, Abdurrahman Efendi de Kurudere’den İslahiye’ye atanarak Dedesi gibi Fırka-i İslahiye tarafından Niş’e sürülen Küçükalioğlu Mustafa Paşa!nın oğlu Seydi Bey(Seydo Ağa)!in büyük kızı Fatma ile evlenmiş ve dedem dahil iki oğlu iki kızı dört çocuğu olmuştur. Osmaniye Tarihi adlı kitapta Kozanoğulları’nın Osmanlıca “Soy Kütüğü” de yayımlanmıştır

Kozanoğlu Halil Bey’in torunu Abdurrahman Efendi’nin İslahiye’de Mustantik (Savcı) olarak görev yaparken Karaburçlu Köyü yakınlarında attan düşüp öldüğü, yerine Seydo Ağa’nın oğlu Mıkdat Ağa’nın Mustantik (Savcı) olarak atandığı bilinmekte, bunu halen hayatta olan Babam İbrahim’de onaylamaktadır. Mıkdat Ağa, babamın babasının dayısıdır ve son zamanlarını görmüştür. Fakat Dedesi Abdurrahman Efendi’yi  hatırlamamaktadır. Dedem Fakı Mehmet’in(Doğum:1301, Ölüm: 1942) Annesi Fatma Demir (Doğum:1852, Ölüm:1919) şuan Nüfus Kütüğünde bulunmakta, Babası Abdurrahman Efendi ise bulunmamaktadır. Mezarının yeri ise Nurdağı’na bağlı Karaburçlu Köyü yakınlarında bulunan Kızılbayır yokuşunun alt tarafında bulunmaktadır. Babası Hacı dahil ailenin diğer fertlerin mezarı Kızlaç Köyü’ne ait Kamanağzı Mezarlığında bulunmaktadır.

Kitaplarda  bize Kozanoğulları’nın eşkıya olduğu anlatıldı. Fakat araştırmalarımda gördüm ki Dedem Fakı Mehmet Kızlaç Köyü’nün Ağası, Muhtarı ve Hocasıdır. Babası Abdurrahman Efendi Savcı’dır.Onun babası Hacı ise katırla hacca gidip gelen bir Alim’dir. Hacı’nın Babası Halil Bey ise; Fırka-i İslahiye’ye yardımcı olan bir Bey’dir. Nasıl yardımcı olduğunu da Ahmet Cevdet Paşa Tezakir adlı eserinde anlatmaktadır.

Bu ülkede Başbakanlık ve uzun süre Siyasi Parti Başkanlığı yapan bir siyaset adamı olan Sayın Necmettin Erbakan’da Kozanoğlu Hüseyin Bey’in torunudur ve babası Ağır Ceza Hakimi’dir. Görüldüğü gibi sıradan insan değillerdir.  Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un bir şiirinde: “..Gelenin hatırı için, geçmişe asla sövemem!...” dediği gibi biz gelenlerin hatırı için hep geçmişimize sövmüşüz...

Cumhuriyet kurulduktan sonra Atatürk, Selanik Dönme ve Yahudilerinde maddi destek almış, “Borç alan emir de alır” sözü gereği Yahudiler bu ülkenin perde gerisi yöneticileri olmuşlardır.  1353 sayılı kanunla 1 Kasım 1928 tarihinde çıkatrılan “Harf Devrimi” kanunu sayesinde zamanın Milli Eğitim Bakanı’nın deyimi ile: “Binlerce Alim Cahil(?)” yapılarak sokaklara salındı.  Buna paralel olarak ta: “Tabii ki binlerce Cahil’de Alim(?)  yapılarak bu ülkenin başına Bela” edilmiştir. Yeni harfler gökten zembille gelmemiştir. Şu anllandığımız yazı, Osmanlının son dönemlerinde Selanik Yahudi ve Dönmelerinin kendi aralarında kullandıkları bir yazı çeşididir. 

Kılık Kıyafet ve Şapka Devrimi ise düpe düz Yahudilerden alınmadır. Özellikle Kılık-Kıyafet ve Şapka Devrimi sayesinde Kurtuluş Savaşından çıkmış Fakir halkın elindeki varlık Yahudi Tüccarlara peşkeş çekilmişdir.  Bu nedenle: “Devlet malı Deniz, yemeyen Keriz” lafı bu ülkede Darb-ı Mesel olmuştur. Bu ülkede uzun zaman yönetici olan bizler, bir kanunla “Cahil” edilerek  en “DİB”e indirilmişiz. Medeni olmak sadece bir hikayedir. Ziya Paşa’nın dediği gibi: “Eşeğe altın semer vursan, eşek yine eşektir.”

Diyanet İşleri Başkanlığı Taşra Teşkilatı’nda küçük bir memur olarak en “DİB”de çalıştığım ve bu kitabımda da memuriyet hayatımda yaşadıklarımı anlattığım için bu adı yani “Dib’de İşler Böyleydi” adını vermeyi uygun buldum.

Osmanlı zamanında Sadrazam’a denk, hatta üstünde olan ve Padişah’tan sonra 2. sırada bulunan Hilafet Makamı:  3 Mart 1924 tarihinde kaldırılmış ve yerine kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı  Cumhuriyette 51. sıradan protokolde en dipte yer bulmuş ve yetkililerinin “Saman Çöpü” gibi hiçbir değeri olmamıştır. 2012 yılında Protokolde Diyanet işleri Başkanı 10. sıraya alınmıştır. Ama Dinin siyasette yeri yok denirken, görevlileri siyasete bulaştı denilerek görevden atılırken Diyanet İşler Başkanları ve üst düzey yöneticileri hep “Siyasetin Maşası” olagelmiştir. Bu nedenle de halk tarafından fazla kabül görememişler ve sıradan bir “Devlet Memuru” olmuktan öteye gidememişlerdir...

Gayret bizden, Başarı Allah’tandır.

                                                                                           2012 OSMANİYE

                                                                                            Mustafa DEMİR






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder