NURDAĞI: BABAMIN AVUKATI
Eski adı
Kömürler olan Nurdağı, ben Kahramanmaraş’a okula giderken küçük bir köyken
Adana’dan doğu illerine giden yol güzergahı üzerinde Nurdağlarını aşınca
Adana-Gaziantep ve Hatay-Kahramanmaraş yollarının kesiştiği dörtyol çevresinde
kurulmuş ve 1991 yılında İslahiye’den ayrılmış küçük bir İlçe’ydi. İlçe olunca
adı Kömürler yerine Gavurdağları’nın yeni adı adı olan Nurdağın’nda almıştı.
Benim Köyüm olan Kızlaç Köyü’ne sekiz km. mesafedeydi. Kızlaç Köyü
Adana-Gaziantep yol güzergahında olduğu için ulaşım rahattı. Bizim ve
köylülerimizin arazileri ve bağları Nurdağı sınırları içerisinde kalmıştı.
Nurdağı yeni İlçe olmuş,
Benimde tayinim naklen Nurdağı’na çıkmıştı. Bende İslahiye’de mutemet
olduğumdan maaştan sonra Cuma günü bazı işler için Nurdağı’ne gelmiş
çalışıyordum. Nurdağı’na o zaman Adana Sabancı Camiini yaptıran Adana Müftüsü
olan Süleyman Tekin’in oğlu Ramazan Tekin Müftü olarak atanmıştı. Bende onun Maaşını yapmak üzere gelmiştim.
Müftülükte çalışıyordum. İslahiye Müftüsü de namazdan sonra Nurdağ Müftülüğüne
gelmişti. Yanında Emekli İmam Yahya Bayraktar vardı. İslahiye Müftüsü Ali
Yazıcı yeni Nurdağı Müftüsü Ramazan Tekin’e benimle ilgili bu gün bile
hatırlamadığım bazı şeyler anlatmış. Nurdağı Müftüsü beni odasına çağırdı ve
İslahiye Müftüsünün anlattıklarını aktardı. Aramızda tartışma çıktı.
İslahiye Müftüsü Ali Yazıcı
yalan söylüyordu. Bende kendisine yalan söylediğini ve işin doğrusunu söyledim.
Yalanının ortaya konması kendisini rahatsız etmişti. Bana:
-Kardeşlerin bile senden memnun
değil! Senin yaptıklarını beğenmiyorlar!.dedi.
Bende yalan söylediği için
kızmıştım:
-Kardeşlerimden sana ne!
Diyerek çalıştığım odaya geçtim.
Nurdağı Müftüsü Ramazan Tekin
yanıma gelerek:
-Müftü’den özür dile!. Dedi.
Ben:
-Dilemiyorum!. Yalan söyleyen
adamdan niye özür dileyeceğim!. Dedim. Müftü Ramazan Tekin ısrar etti ama yine özür
dilemedim. Ben işimi yapmaya devam ettim.
Bir süre sonra onlar gittiler. Bende mesaim bitince Motorsikletimle köye
gittim.
Babama:
-İslahiye Müftüsü birşeyler diyor.
Pazartesi gel bakalım ne diyor?. Bir konuşalım dedim. Akşam köyde kaldım.
Cumartesi İslahiye’ye döndüm.
Pazartesi günü ben İslahiye’den
ayrılma işlemlerimi yaparken babamın yarine köydeki Kur’an Kursu Öğreticisi
olan Mehmet Ağabeyim geldi. Beni hiç dinlemedi. Müftü Ali Yazıcı’nın onun
arkamdan konuşmaları nedeniyle beni suçlamaya çalıştığını biliyordum. Müftü’yle
konuşup Kaymakam’a gitti. Kaymakamlıkta bir telefon geldi. Kaymakam Mehmet Ali
Ulutaş Ağabeyimi makamında kovup, telefonla beni açığa aldırmıştı. Bana
yüklenecek suç arandı. Mutemet olduğumdan Maaşları ben dağıtıyordum. Cuma günü
Nurdağı’na giderken maaşını almayan arkadaşlar olduğundan kalan maaşları
sayarak ve tam olarak Müftü Ali Yazıcı’nın bilgisi dahilinde kasanın
anahtarıyla diğer memur Ahmet ÇİN’e vermiştim. O da Cuma günü paranın bir
kısmını dağıtmış, hafta sonu memleketi Yayladağı’na gitmiş, Pazartesi gününe
idari izin almıştı. Kasa anahtarıda kendisinde olduğu için bazı kişilerin Maaşı
kasadaydı. Kaymakam beni “Kasadaki Maaşı” yemekle suçladı. Açığa; Kasadaki
mevcut parayı yemekle suçlanarak alınmıştım. Daha sonra altı kişinin maaşının
kasada olduğunu, sadece bir kişinin maaşnı aldığı halde imzasının olmadığını,
toplamda 7 kişinin maaşını yemekle suçlandım.
Açığa alındığım zaman Mehmet
Ağabeyim herkesten önce benim para yediğimi, bu nedenle açığa alındığımı
herkese anlatmaya başladı. Kimseye kendimi inandıramıyordum. Herkes Mehmet
Ağabeyimin yalanına inanıyor, benim “para kasada duruyor” sözüme kimse itibar
etmiyordu.
Açığa alındığım için hakkımda
soruşturma başlatıldı. Nurdağ Müftüsü Ramazan Tekin hakkımda yazı yazarak Nurdağı tayinimi durdurdu. Daha
sonraları:
-Ben Diyanet’in değirmen
taşıyım. Adam öğütürüm! Diyerek Ahlaksız ve Allahsız olduğunu ispat edecekti.
Yıllar sonra yazmış olduğu o
iftira yazısı elime geçmekle kalmamış, Savcılığa suç duyurusu ve iftira belgesi
olarak gitti. Zira Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi emsal bir kararla Türkiye’yi
mahkum ederek suçun işlenildiği değil, öğrenildiği tarihin esas alınması
gerektiğine karar vermişti. Ben de yasal olarak o iftira yazısını 2012 yılı
Aralık ayında aldığımdan gereğinin yapılması için diğer iftira evrakları ile
birlikte önce Diyanet’e gönderdim. Diyanet görevini yapmayıp, iftira atan
Müftülerini koruma yolunu seçince de Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’i de
işin içine katarak Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına Cezai İşlem için suç
duyurusunda bulundum. Soruşturma devam etmektedir.
İslahiye’de Memurluğun yanında
pazarlama işi de yapan, durumu iyi olan bir memurdum. Düziçi’nde memurken
evlenmiş, Babamın vaadini tutmaması üzerine sıkıntılarla borcumu ödemiş ve bir
süre ailemden uzak durmuştum. Bu arada pazarlama işi de yaparak biraz para
kazanmış arsa alarak ev yapmaya karar vermiştim. O zaman hazır parayla alacağım
arsayı Babama göstermiş, rızasını almak istemiştim. Babamın :
-Oğlum. Kardeşini everek ben
sana Nurdağı’nda daha iyisini alarım!. Demesi üzerine arsa alımında vazgeçip
kardeşimin evlenmesine çalışmıştım.
Kardeşimin düğününden sonra
Babam yine vaadini tutmamış, beni sıkıntıya sokmuştu. Hatta o zamanlar köyde
Kurs Öğreticiliği yapan ağabeyimin kışkırtmasıyla evime gelip benden hesap
sormuştu. Hesap defterini kendisine verince incelemiş, işi bitince :
-Benim paramda yoktu, everecek
oğlum da yoktu!. Sen everdin sen öde!!!.
Diyerek evimi terketmişti. Daha
sonra yapılan görüşmelerde büyük Ağabeyim ayda Elli lira yardım sözü vermişse
de köydeki ağabeyimin tutumu nedeniyle hepsine rest çekip evimdeki Televizyon
ve Buzdolabımı satarak kardeşimin borçlarını kapatmıştım. Bir süre kardeşime
maaşını vermemek istediysem de diğer kardeşleri yardım etmediğinden yine ben
yardım etmiştim. Yine ailemden uzak kalarak bir yıl içerisinde kendimi
toplamıştım. Babam yine bana gelerek bu sefer borç istemeye başlamıştı. Bende
önceki durumlarımı düşünerek kendisine her ay düzenli olarak “Borç” vermeye
başlamıştım. Benden her ay düzenli olarak maaşımın yarısını borç alan Babam
gidip diğer oğullarına da “Mustafa borçlu” diye para alıp onları da yiyormuş.
Benim adıma babalarına para veren kardeşlerimde başta Mehmet ağabeyim olmak
üzere atıp tutuyorlarmış. İslahiye Müftüsü Ali Yazıcı’nında Nurdağı’nda
“Kardeşlerin senden memnun değil” derken kasdettiği buyumuş. Halbuki benim
aptal ağabeyim arkamdan İtler gibi üreceğine gelip bana insan gibi söylese
hiçbir sorun yaşanmayacaktı. Ben iftiraya uğrayıp sürgün gitmeyecektim.
İslahiye’de pazarlamanın
yanında birde “TÜRKDAV” isimli Türkiye Kalkınma ve Dayanışma Vakfı’nın
temsilcisi olarak görev yapıyordum. Bana güvenen birçok üyem vardı. Nurdağına
tayinim çıktığı zaman Vakfa göndermem gereken parayı bulamıyordum. Mevcut
parayı kaybetmiştim. Müftü’de paranın kasada olduğunu bildiği için hakkımda bu
konuda konuşmaya bana bu konuda saldırmaya başlamıştı.
Ankara’ya Vakfın Merkezine
gittim. Elimdeki Vakfa ait tüm evrakları teslim ettim. Olan borcumuda kapattım.
Bu arada aidat makbuzlarından birinin iki yaprağının kopmuş olduğunu farkettik.
Onun içinde ikibin Liralık senet istediler. Bende “İcraya verirsiniz” diyerek
vermedim. Yapılan görüşmede alacaklı kişiler çıkabileceğni ileri sürerek
“Müslüman” olduklarını, hak yiyemeyeceklerini söylediler. Özellikle Vakfın
Başkanı olan Avukat Mevlüt Saygın “ben Müslümanım” diye bana teminat üstüne
teminat veriyordu. Nihayet Beşyüz Liralık bir senette anlaştık. Adamın Dini ve Allah’ı para olduğu için on
gün geçmeden teminat senetlerimin icra yazısı geldi. Bende ödemedim. Kardeşim
ödemek istediyse de onada ödetmedim. Maaşımdan yavaş vayaş kesildi. Sürgün
giderkende maaş nakil ilmuhaberime işledim.Meğerse Müftü Ali Yazıcı’nın isteği
doğrultuda beni İcraya vermişler. Evi taşımadan ve herşey bittikten sonra da o
paraya da ulaştım. Parayı toplayıp üyelerin listesini yaptıktan sonra listenin
bir suretine sarmış, diğer listeninde üzerine Kitaplığa koymuşum. Her nasılsa
para sarılı halde Kitaplığın arkasına düşmüş ve sıkışmış. Evi taşımadan önce
kitaplık boşaltılınca da parayı buldum ama yapacak bir işlemde kalmamıştı.
Hesap kapatılmış, teminat senedim icraya verilmişti.
Bu gün itibariyle; TÜRKDAV
emekli yapacağını vaad ettiği binlerce kişiyi dolandırmış, sitesini kapatmış,
malları hacizli bir vaziyette olduğunu üzülerek öğrendim. Müslümanları “Aptal”
yerine koyan “Allah’sızların sonu” diye de düşünmeden edemedim.
Soruşturmada bordroda yedi
imzasız kişi, kasada altı kişinin maaşı vardı. O zaman Merkezde olan ve
Müftülük Binası altında Kırtasiye dükkanı bulunan, everdiğim kardeşimin
hanımının ağabeyi ve köylüm olan, her zaman kendisini desteklediğim Şaban
Karagöz’ün maaşını aldığı halde imzası yoktu. Daha doğrusu Maaşını dükkanında
ben verdiğim için bordroya imza atmamıştı. Soruşturmada maaşı kasada olan
personel benim maaş yediğime inanmadıkları yönünde ifade vermelerine rağmen,
maaşını alan Şaban Karagöz Müftü Ali Yazıcı’nın telkiniyle maaşını almadığını,
benim maaşını yediğimi iddia etmişti.
Soruşturma başladığı zaman ben
Soruşturmamı yapan Kaymakamlık memuru Nusrettin Atasever’e bu konuyu mahkemeye
taşıyacağımı söyleyince beraber Kaymakam M.Ali Ulutaş’ın yanına gittik.
Nusrettin durumu kaymakam’a anlatınca Kaymakam bir süre düşündükten sonra:
-O aptal senin Ağabeyinmiş.
Sana baban bakıyormuş, borcun hiç bitmiyormuş. Sen olayı Mahkemeye taşırsan
bende “ağabeyin bana makamımda tehdit ve hakarette bulundu” diye içeri
aldırırım. Senin ve onun memurluğunu bitiririm. Şimdi git iyi düşün...
Biz makamdan çıktık.
Nusrettin’in odasına geldik. Nusrettin aldığı tüm ifadeleri önüme atıp:
-Şaban’dan başka yalan söyleyen
yok. Onun yalanıyla da bir şey olmaz. Sen “memuriyeti bırakırım” diyorsun ama
abinde memurmuş. Kaymakam onu içeri aldımı hiçbirşey yapamayız. Sen iyi düşün..
Ben ifadelere bakarken
Nusrettin birden titremeye başladı. Adam kitlenmişti sanki. Ben şaşırmıştım.
Hemen elimdeki kağıtları bırakıp onun nefes almasına yardım etmeye
çalışıyordum. Bir süre sonra titremesi durdu. Başka gelenler olmuştu. Ben dışarı
çıktım. Nusrettin’i de hastaneye götürdüler. Oysa ben ifade vermeye gelmiştim.
Nusrettin “Sinir Krizi” geçirdiği için ifade veremeden Kaymakamlıktan ayrıldım.
Durumu gelip köyde Babam’a
anlattım. Babam: Mehmet Abine zarar verme. O sana yardım etmek için Kaymakama
gitti. O senin iyiliğin için gitti. Kaymakam abine zarar vermesin. Diyordu.
Babam öyle diyordu ama benim para yediğimi her önüne gelene anlatan da Mehmet
Abimdi. Herkes de her nasılsa bana değil ona inanıyordu.
Bir hafta sonra gelip ifademi verdim.
Paranın kasada olduğunu, suçlamaları kabul etmediğimi bildirdim. İmam Şaban
Karagöz’e de yalan ifadesini okuduğumu asla söylemedim. O ifadesinin bir
suretini de alıp kitaplarımdan birinin içine koymuştum. O kitap hala duruyorsa
birgün elime geçer, zira kitaplarımın çoğu yok oldu. Aslında bu yalanı Bekir
Şen adlı bir İmama söyletmek istemiş, benim öğrenerek engellemem nedeniyle
söyletememişti.
Ailemde Müftü Ali Yazıcı’nın
Allahsız ve Ahlaksız tutumu nedeniyle, Babam ve kardeşlerim para kasada olduğu halde
diğer altı kişinin maaşını ödemişti. Fazladan da Ahmet Adıgüzel adındaki bir
İmam arkadaştan aldığım Sekizyüz Mark motorsiklet borcumu ödemiş, mallarıma da
el koymuşlardı. Mallarıma el konması çok ağırıma gitmiş, kasadaki parayı alınca
da eşime bile söylememiştim.Ahmet Adıgüzel, Müftü Ali Yazıcı’nın baskısıyla
aldığı parasını aşağıda tekrar bana vermek istemişse de ben almamıştım.
Nurdağı tayinim durdurulunca
İslahiye’de sekiz ay hiçbir iş yapmadan maaş almıştım. Mesane rahatsızlığım
yedi sekiz aylık bir tetaviden sonra olumsuz sonuçlanınca da operasyon kararı
vermiş, 1992 yılında kapalı bir operasyon geçirerek Akdeniz bölgesinden
Karadeniz Bölgesine “Sürgün” edilmiştim. Kastamonu Çatalzeytin’e sürgü
edilmiştim. Tayinim çıkınca gittim. İki ay çalıştıktan sonra bir ev kiralayarak
gelip çocullarımıda götürmek istedim. Bir ay izin akarak memleketime geldim.
Geri dönmeden bir gün önce evin damında beni hesaba çekmek istediler. Babam,
Ziya Ağabeyim, Mehmet Ağabeyim ve Ben.
Ben, Mehmet Ağabeyimin gelerek
evimdeki Elektronik Eşyalarımı alınca alfallamış, ama sesimi çıkarmamıştım.
Düziçi’ne gidip diğer Kardeşlerime bunun ne olduğunu sorunca : Mehmet
Ağabeyimin kendilerine geldiğini, benim hesabımı bilmediğimi idda ettiğini,
borcumun hiç bitmediğini, bu nedenle babamın benim için sürekli kendilerinden
para istediğini ve aldığını söylediler. Durum anlaşılmıştı. Benden geri ödemek
için borç alan ama geri asla ödemediği gibi aldığını da bu gün bile inkar eden
babam, kardeşlerime benim “Borçlu” olduğumu söyleyip para alıyor, aldığını da
yediği için benim haberim olmuyormuş. Benim yüzüme de bir şey söylemedikleri
için arkamda köpekler gibi ürüyorlarmış da benim haberim yokmuş. İslahiye
Müftüsü Ali Yazıcı’nın kasdettiği olay da buymuş.
Mehmet Ağabeyimde Babama:
-Mustafa borçlanmış, borcunu
ödemeye çalıştıkça daha çok borçlanmış, durum bu hale gelmiş diye anlatıyordu.
Babam da ona inanıyordu. Halbuki benim o zaman karşılıksız hiçbir borcum
bulunmuyordu. Durumum da gayet iyi idi.
Konuşmaya Mehmet Ağabeyim
başladı. Babam ancak bana yardım ediyormuş da, Babamın diğer oğulları varmış
da. Bana yaptıkları en hafif tabirle hayvanlıktı.
Bu gün bile babamın malını
köküyle yiyen kendisi halbuki. Babamın bağı, tarlası hep kendinin elinde. Sanki
babamın başka oğlu yok. Babama bakmak şartıyla babamın evinin yerine kendisi ev
yapmıştı... Tepem atmıştı. Mehmet Ağabeyime :
-Sen Babamın Avukatımısın? Diye
sordum. Mehmet Ağabeyim:
-Avukatıyım! Diye cevap verdi.
Ben:
-Çıkar damganı da göreyim! O zaman sustu.
“Rest çektinden” sonra Babama dönüp:
-Ben seni hangi oğluna para
diye gönderdim?. Sen bana hangi oğlunda para getirdin? Diye sordum. Babam
ancak:
-Benim parak yok..
diyebildi. Bir daha da konuşmadı. Ben
babama dönüp:
-Bırak sana karşılıksız
verdiğimi, geri öderim diye aldığının yarısını değil, çeyreğini verseydin ben
bu sıkıntıları yaşamazdım. Ben gurbete gidiyorum. Size para vermem. Benim
kimseye, hiçbir oğluna borcum yok. Ben seni kimseye para diye göndermedim.
Sende bana kimseden para getirmedin. Bu mesele seninle oğulların arasında...
Bu ve buna benzer bir konuşma
yaparak, benim kendisine yardımcı olmaya çalıştığımı ama kendilerinin bana
sıkıntı olduklarını, ben birlik olmaya çalıştıkça kendilerinin farklı tutumu
nedeniyle başaramadığımı, benim artık
aralarında ayrılıp gideceğimi, akılları varsa birlik olmalarını tavsiye
ettim. Ben görev aldıktan sonra benden
sonrakilere yardımcı olmaya çalıştığımı, yapabileceğimi yaptığımı, karşılığının
bu olmamasını anlatmaya çalıştım.
Benim artık gurbete gideceğimi,
benim para yemediğimi ama kasadaki parayı yemekle suçlandığımı, bunu asla
unutamayacağımı, yardım ettiğim insanların bırakın bana destek olmayı arkamda
olmadık lafları söylediğini, laf duymadık kulağımın dibinin de kalmadığını
anlattıktan sonra:
-Tüm bu yaşananlar zamanla
unutulur. Geriye yapılan iyilik ve kötülükler kalır. Ben bu kötülüğü hayatım
boyunca unutmam. Aklınız varsa birlik olun. Ben aranızdan gidiyorum. Siz birlik
olun. Ben çocukluğumdan beri rahatsızım. Gurbet ele çıkıyorum. Neyle
karşılaşacağımı Allah bilir!. Ben bir cenaze falan olmazsa dört yıldan önce
dönmem. Dedim.
Karşımda hiç sestenmediler.
Ziya Ağabeyim hiç konuşmadı. Babamda konuşmadı. Sadece Mehmet Ağabeyin
sabahleyin Çatalzeytin’e giderken elimi sıktı:
-Bu kadar sert olma ede! Dedi.
Başka bir şey söylemeden çekti
gitti. Babam ve Annem tarlaya
indiler.Bizde arkalarında indik. Annem bana elini verdi, babam elini de
vermedi. Ben de çocuklarımı alıp çekip gittim. Yanımda o zaman çocuk olan
yeğenim Abdulkadir’den başka kimse de yoktu.
Ben bu ayrılıştan sonra dediğim
gibi dört yıl sonra ancak Mustafa Dayımın cenazesinde memlekete geldim.
Tayinimde Kastamonu Çatalzeytin’de Ankara Bala’ya çıkmıştı. Aramızdaki soğukluk
hiçbir zaman gitmedi. Bir araya gelip konuşsakta aramızda kardeş muhabbeti eskisi gibi olamadı. 1995 yılında
böbrek rahatsızlığım netleşince iki yıl kadar tedavi görüp, yurt dışında ilaç getirtmek zorunda
kalmıştım. Kendi paramla getirttiğim için maddi olarak bitince Ziya Ağabeyime
telefon ettim. Durumu anlatıp para istedim.
Ziya Ağabeyim durumu babama bildirmiş.
Babam da diğer oğullarını arayarak bu defa benim için oğullarını harakete
geçirmiş. İlk etapta üç maaş tutarında bir yardım geldi. Daha sonra diğer
akrabalarda yardım gönderdiler. Yurt dışında önce Dörtyüz Alman Mark’ına daha
sonra İkiyüz Alman Mark’ına gelen ilaç, havaalanının Emniyet Amiri Ahmet Bey
vasıtasıyla reçeteyi Almanya’ya yollayıp Türk Hava Yolları pilot veya
hosteslerine aldırınca Altmışyedi Alman Markı’na geldi. İki veya üç defa bu
şekilde ilaç getirttikten sonra Ankara İbni Sina Hastanesi Üroloji Profosörü
Yusuf Ziya Müftüoğlu tarafından hastaneye yatırılıp mesaneden kapalı ameliyat
oldum. Benimle birlikte kızım Ümmühanı’da yatarak tedavi gördü. Ameliyattan
sonra Prof. Yusuf Ziya Müftüoğlu bir akşam beni odasına çağırdı. Hayatım boyunca
uygulamaya çalıştığım öğütlerde bulundu. Çıkarttığı “Diyabetes İnsipedus”
raporunun süresi iki yıl sonra dolunca dödüğümde kendisi emekli olmuştu. Dediği gibi onüç yıl sonra kalan tek
böbreğimde çalışamaz oldu ve “Diyaliz Hastası” oldum.
Allah’ın takdirine bakın ki, o
zaman Müftü Ali Yazıcı’nın telkiniyle yalan ifade veren Şaban Karagöz’ün bir
süre işleri iyi gittikten sonra ters dönmüş, kendi canını kurtarmak için
İmam-Hatiplikten istifa ettirilmişti. Müstavi addedense ne yazıkki kendisine
yalan söyleten Müftü Ali Yazıcı olmuştu. Kendisini ben bile kurtaramamıştım.
1999 yılında Amcamın oğlu Mehmet’in (Kaynı olur) ricasıyla tayinini Bala’ya
almak istemişsem de müstafi yazısı tayin yazısından önce Diyanet İşleri
Başkanlığı’na ulaştığı için benim Müftü Vekili olarak yaptığım teklif iade
edilmişti. Bu gün Hac ve Umre Organizasyonu ile uğraşıyor. Diyanetle de rekabet
ederek çalışıyor. Yine de babama göre benden iyi Müslüman!.
Ali Yazıci beni görevden
attıramayınca “Sen Hayvansın” diye hakarette bulunmuştu. 2000 yılında Mekke’de
karşılaştık. Karşıma Gaziantep Kafilesinde Kafile Başkanı olarak çıktı. Ama bir
süre sonra yanıma gelen bir Kurbanlık
Koyun satıcısının anlatımıyla hacıların kurban parasının yarısından fazlasını
cebine atan, hemde ekip halinde İl Müftüsü ile birlikte hacıların parasına
tenezzül eden bir “Hayvan” olduğunu öğrendim.
Oğlumun kazasından sonra
tayinimi Osmaniye-Kadirli’ye çıkartmış,
evimi de getirmiştim. Oğlumla Bahçe’de akrabaları gezdikten sonra Mehmet
Ağabeyimin evine de geldik. Her nasılsa söz dönüp dolaşıp eski günlere geldi.
Mehmet Ağabeyim bana:
-İslahiye’de senin için ben bir
altın zarar ettim. Bana bir altın borçlusun! Benim bir altınımı öde!
Ben adamın evine misafir
gelmiş, kendisi zarar görmesin diye İslahiye’de yemediğim parayı üstlenmek
zorunda kalmış, bununla da kalmayarak tüm eşyalarımı dağıtmış, kurulu evimi yok
etmiştim. Kendisi söylediği yalanla benim evimi dağıtmıştı. Ben kendisinden
hesap soracakken kendi benden hesap soruyordu. Ben sinirlenmiş bir süre bağırıp
çağırdıktan sonra:
-Benim zararımı kim ödeyecek!.
Sen bana verdiğin zararı neyinle ödeyeceksin! Diye bağırmaya başladım:
-Senin arkamda konuşmaların
yüzünden İslahiye’de sürgün gittim. Diye kızınca:
-Ali Yazıcı benim konuşmalarımı
nerden duymuş? Diye konuştu. Ben:
-Sen it gibi üreceksin! Herkes
kulağınımı tıkayacak. Sen Konuştuklarının duyulmadığınımı sanıyorsu? Haydi sen
bana kaç altın borçluysan öde!
Ortam bayağı gerilmişti. Abime dönüp:
-Abi sen büyüksün diye
sestenmiyorum diye hiçbirşey bilmediğimi mi sanıyorsun. Şerefsizlik etme. Bir
daha bu konuyu benim önüme getirme. Sana artık ağır konuşurum...
Sustuk. Bir süre sonra da
kardeşim Hasan’ın evine gittik. Artık Aptallığın bu kadarı da fazlaydı. Sen
Abin zarar görmesin diye her sıkıntıya katlan. Kendisi seni enayi yerine
koysun.
Bu tartışmadan sonra Mehmet
abim benim olduğum yerde bu konuyu bir daha konuşmadı. Olmadığım yerde
söylediğini de ben duymamazlıktan geldim. Taki, Kadirli Müftüsü Orhan Öncü’nün
benim Diyanetle olan İcra davam nedeniyle ağzından bilerek veya bilmeyerek
kaçırdığı “sen eskiden de para yemişsin, sicilinde birşeyler var” sözüne kadar.
Bu söz üzerine Bilgi Edinme
Hakkı Kanunu gereğince sicilimdeki tüm iftira evraklarını almıştım. Bunun bir
suretini derhal Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’e göndermiştim. Bir
suretini de tamamlanan İcra Mahkemesi sonucunda Anayasa Mahkemesine Bireysel
Başvuru evrakı olarak göndermiştim. Anayasa Mahkemesi İdari soruşturma
isteyince de eski İslahiye Müftüsü Ali Yazıcı’nın bulunduğu Dörtyol
Kaymakamlığına, eski Nurdağı Müftüsü Ranazan Tekin’in bulunduğu Akçaabat
Kaymakamlığına, Ankara İl Müftülüğüne ve Diyanet İşleri Başkanlığına idari
soruşturma talebinde bulunmuştum. Ankara İl Müftülüğü ve Akçaabat Kaymakamlığı
müracaatıma hiçbir cevap vermemiş, Diyanet İşleri Başkanlığı ise Ankara
Cumhuriyet Başsavcılığının talebimi kabul etmediğini gerekçe göstererek Ret
etmiş ve bana bir yazı ile bildirmişti. Dörtyol Kaymakamlığı ise Ali Yazıcı’nın
dava açılırsa kendilerini savunacaklarını belirten bir cevap vermişti. Benim durumu
Hatay Valiliğine bildirmem üzerine Hatay İl Müftülüğünde Ali Yazıcı hakkında
bir soruşturma açılmış, kendisi Vaiz olarak Kayseri’ye atanmıştı.
Ziya Abim olanları
kabullenemiyor, benim yalan söylediğimi düşünüyordu. Bunu da bana her fırsatta
hatırlatıyor, bu soruşturmalarda benim zarar göreceğimi söylüyordu. Bende:
-Olay Yargıda, herşey ortaya
çıkacak diyordum. Taki yazın Köyde Mehmet Abimle tartışana kadar. Mehmet Abim
Ali Yazıcı hakkında yazdığım yazıları internette okumuş veya kendisine
okutmuşlar olmalı ki kendi evinde ikindi namazından sonra konuya girdi:
-Biz internette bir şey
okuyoruz. İslahiye de benim yüzümden sürgün gittiğini yazmışsın!. Sen Şaban
Hoca’ya da iftira atıyorsun. Sen bunları kafanda uyduruyorsun? Deyince ben:
-Sen kafanda uyduruyorsun!.
İslahiye’de senden başka bana para yediğimi iddia eden olmadı. Ali Yazıcı senin
aptallığın yüzünden beni sürgün etti. Olay şimdi Mahkemede dedim.
-Kasada para yoktu. Dedi ben:
-Onu Ali Yazıcı söylesin,
söyleyebiliyorsa.. Sen görmediğin kasayı ne biliyorsun? Deyince:
-Beni de mahkemeye ver! Diye
bağırmaya başladı. Ben:
-Ne diyeceğim Hakime!. Abim
Aptal mı diyeceğim? Şabanla ilgili Diyanet’in yazısı da evde duruyor. Gel
vereyim. Bakalım kim yalan söylüyor. Kafanda uydurduğun yalanla bana sıkıntı
oldun. Allah yıllar sonra bir vesileyle o iftira evraklarını elime verdi. Şimdi
Mahkemede....
Ziya Abim aramıza girdi.
Tartışmayı kesti. Babam bize bakıyor ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Ben
kalktım. Bahçeyi dolaştım. Geldim Ziya Abimin balkonuna yattım. Aşağıda benim
hakkımda konuşuyorlardı. Benim annemden miras kalan kalp yetmezliği hastalığım
nedeniyle iyice şişmiştim. Kalkıp Ziya Abimin yanına geldim:
-Abi, Babamın ilaçlarından kalp
ilacı vardı, ondan bana getir. Ben ilacımı almamışım. Dedim. Abimde:
-Git kendin al. Abinle de bir
daha tartışma! Dedi
Bende gittim. Babamın kalp
ilacından dört tane içtim. Dört tanede cebime koydum her ihtimale karşı. Zira
benim ilacım babamın ilacının dört katıydı. Geldim. Ziya Abimin balkonuna
tekrar yattım. Bir süre sonra ilacın etkisiyle uyuklamışım.
Akşam Ziya Abimle yine
konuştuk. Abim bir türlü paranın kasada olduğuna inanmak istemiyordu. Bende:
-Mehmet Abim Babama: Mustafa
borçlanmış, ödemek istedikçe daha çok borçlanmış, diye benim duyduğum şeklinde
anlattı. Babam da ona inanmış deyince abim:
-Bizde öyle biliyorduk dedi.
Bir süre sonra Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi Türkiye hakkında emsal bir karar vererek suçun işlendiği
tarih değil öğrenildiği tarih esas dedi. Benim Dosyamdaki iftira evrakları İcra
Dosyasından ayrılarak “Cezai İşlem” yapılmak üzere Ankara Cumhuriyet
başsavcılığına gönderildi. İcra Mahkemesine de Anayasa Mahkemesi “Zaman
bakımından yetkisizlik” kararı vererek reddetti. Dosya karar düzeltmeden
yeniden Sincan Ağır Ceza mahkemesini dolanıp yüksek tazminatla Anayasa
Mahkemesine tekrar gitti. Benim İslahiye dosyam Ankara dosyamla birleşerek
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığında soruşturulmayı bekliyor.
Bir süre sonra Mehmet Abim
babamın benim evimde bulunduğu zaman evime geldiğinde Diyanet’in İslahiye’de
maaşını yediğim kişilerin isimleri bulunan resmi yazısını n bir fotokopisini
eline verdim. Almak istemediyse de yarın soruşturmada kendisine lazım olacağını
söyledim. Zira kendisine iftira attığımı iddia ettiği şaban karagöz’ün ismi o
resi yazıda ilk sıradaydı. Yazıyı aldı gitti.
Benim yıllar önce Nurdağı’nda
yaptığım tartışma bu gün Diyanet İşleri Başkanının yargılanmasına neden
olmuştu. Daha doğrusu yargılanamamasına. Zira; Diyanet İşleri Başkanlığı
istisnai memurluklardan olduğundan ve doğrudan Başbakanlık’a bağlı olduğundan
incelenmesi,soruşturulmasi, kovuşturulması, yargılanması bizzat Başbakan’ın
iznine tabi idi. Yıllardır soruşturma ve kovuşturmalarla uğraşan biri olarak
bunu çok iyi biliyordum. Savcılığa müracaat ederek suç duyurusunda
bulunuyordum. Savcılık soruşturma ve kovuşturmaya izin alamadığından isteğimi
red ediyor, bende itiraz edince dosya Ağır Ceza’ya gidiyordu. Ankara
Savcılığına en yakın Ağır Ceza’da Sincan Ağır Ceza olduğundan dosya oraya
gidiyor, aynı şekilde Başbakanlıktan izin alınamadığından Ret edilerek geri
geliyor. Böylece iç hukuk tamamlanmış oluyordu. Bunları bildiğim için de Avukat
tutmaya lüzum hissetmiyordum. Bu usulle de İcra Mahkemesi Anayasa Mahkemesine
gitmişti. Oradanda bir sonuç beklemediğimden dosyalarımın Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesine gitmesinin de önünde bir engel kalmıyordu. İftira evrakları da aynı
usullerle Anayasa mahkemesine, akebinde de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine
gidecek. Sonucuna da Diyanet İşleri Başkanı katlansın. 
.jpg)






