22 Aralık 2013 Pazar

HERŞEY PARA DEĞİLDİR


Kazadan 12 gün sonra ben Halil’in yanında olduğum sırada Doktorlar Halil’in değerlendirmesini yapıyorlar, beni fark etmiyorlardı. Halil’in fişinin çekilip çekilmemesinden bahsediyorlar, Glaskow’un çok düşük olduğunu, bu şekilde yaşamasının mümkün olamayacağını konuşuyorlardı. Beni fark edince hemen dışarı çıkardılar. Bende dışarı çıkınca hemen İstanbul’da yoğun bakım hemşiresi olan yeğenimi aradım. Kısa bir konuşmadan sonra:

-Yeğenim Glaskow ne?

-Bilmiyorum Amca..

-Yeğenim biliyorsan söyle. Glaskow 4 diyorlar bu ne demek oluyor?

-Bilmiyorum Amca. Hocama sorayım, sana cevap veririm..

Hocası yerine hemen babasını, yani Ziya Ağabeyimi aramış, Halil’in durumunun iyi olmadığını söylemiş. Glaskow 4 demek Beyin fonksiyonlarının durma noktasında olması, bitkisel hayat başlangıcı demekmiş. Ağabeyim beni arayıp teselli veriyordu.

Akşam saat beşte bilgi alırken doktora Glaskow’u sordum. Glaskow, Beyin uzmanlarının bir derecelendirmesiymiş. Tıp tarihinde Glaskow 7 de ölen, 4 de kurtulan hastalar oluyormuş. Ama daha 4’ün altında kurtulan hasta olmamış. Halil sınırdaymış. Anlaşılan sabahki konuşmalarını duyduğumu biliyorlardı. Bir gün sonra   Prof. Dr. Hızır Bey beni odasına çağırdı.

A Blok’a giriş katının bir alt katındaki odasına gittim. Kısa bir konuşmadan sonra bana sordu:

-Sen Allah’a inanır mısın?

-Ben din görevlisiyim.

-Din görevlisi olabilirsin ama Allah’a inanmak daha başkadır. Allah’tan ümit kesilmez ama bu hastadan herhangi bir gelişme yok. Tedaviye hiç cevap vermiyor. Herhangi bir umutta yok. Böyle kalacağından korkuyorum. Ben Allah değilim. Böyle bir hastayla ilk defa karşılaşıyorum. Beyin sapı çok hasarlı. Böyle kalacağından korkuyorum... Ölürse veya fişini çekecek olursak organlarını bağışlar mısın... dediğini hatırlıyorum.

Doktor konuşuyordu. Artık ben dinlemiyordum. Dünya başıma yıkılmıştı... Kendisine ne cevap verdiğimi hatırlamıyorum. Dışarı çıktım. Yanımda yeğenim Şeref vardı. Hastaneden çıktık. Amerikan konsolosluğunun yanına doğru inerken Ziya Ağabeyimi aradım:

-Abi durum çok kötü. Ben bittim.... Yanıma gel..

 Artık ilk defa ağlıyordum. Kolum aşağı düştü. Ağabeyim telefonda ne diyordu onu bile duymuyordum. Yeğenle hemen hiç konuşmadan Meclis parkına kadar indik. Bir süre oturup kendimi toplamaya çalışıyordum. Yeğenim biraz teselli verip ayrıldı.

Bir gün sonra Ağabeyim hemen gelmişti. Beraber doktorun yanına gittik. Ağabeyime de bana söylediğine benzer şeyler söyledi. Morallerimiz bozulmuştu. Ağabeyim bana teselli vermeye çalışıyordu. Cuma günüydü. Cuma Namazı için Kocatepe Camiine gittik. Camiye girerken bir telefon geldi. Halil’in sıra arkadaşıydı. O gelince hemen yanına almışlar. Arkadaşı yanına gelince Halil’in ilk defa kalp atışı değişmeye başlamış. Cami çıkışı beklemeden hemen hastaneye koştuk. Doğruydu. Halil’in kalp atışları ilk defa değişmişti. Doktorlar ve hemşireler hemen başına toplanmışlardı. İyi bir gelişmeydi. Ondan sonra doktor ve hemşireler bize:

-Arkadaşları varsa gelip ziyaret edebilirler. Biz onlara kolaylık sağlarız. Bu hasta sese tepki vermeye başladı. Bu iyi bir gelişme...  Dediler.

Ağabeyim de ben de biraz olsun rahatlamıştık.

Durumu yakın arkadaşlarına  bildirdik. Onlar gelince hemen yoğun bakım odasına alıp Halil’i kısa da olsa görmesini sağlıyorlardı. Halil Yoğun Bakımda yatan tek genç hasta idi. Çalışan doktor ve hemşireler çok iyilerdi. Bize çok iyi davranıyorlar, Hastaya da çok iyi bakıyorlardı. Kendilerine ne kadar teşekkür etsek azdı...

Kazadan 15 gün sonra İstanbul’da Avukat olan Yeğenim Abdullah Bey, Hanımı ve kardeşi  Abdurrahman geldiler. Kendisi Amcamın kızının oğlu, hanımı da Rahmetli Halil Ağabeyimin kızıydı. Babası öldükten iki-üç ay sonra doğmuştu. Benim oğlumun adı da Ağabeyimin adıydı. Halil Ağabeyim Din görevlisi iken Ankara’ya Askere gelmiş, Askerde rahatsızlanmış, altı ay kadar GATA’da tedavi görmüştü. Sonra’da askerden Hava değişimine gönderilmişti. Daha sonra çeşitli hastanelerde tedavi görmüş, Böbrek yetmezliği ve Üre Hastalığında  Haziran 1980’de vefat etmişti. Bu günkü imkanlar olsa belki de ölmeyecekti. O zamanlar böbrek nakli, diyaliz pek bilinmiyor ve uygulanmıyordu. Hatta Kavaklıdere’de Güven Hastanesinin alt taraflarında gezinirken Ziya Ağabeyim anlatmıştı  Halil Ağabeyim GATA’ da yatarken elli şişe serum istenmiş, oda tüm Ankara’yı araştırıp Kavaklıdere’de bir eczanede kırk beş şişe serumu zor bulmuştu. O zamanlar böyle Hastane ve imkanlar yoktu.

Akşam eve beraber döndük. Yeğenim Abdullah Bey:

-Halil’in Avukatı ben olacağım. İnşallah bu çocuk kurtulacak, büyük hizmetler yapacak .. diye bana teselli vermeye çalışıyordu.... Bana da ;

-Sakın şikayetçi değilim deme.. diyordu. Şikayetçi değilim diyenlerin sonrada bir hak elde edemezler diyordu.... Bu şekilde binlerce vaka varmış... İstanbul’dan gelip gidemeyeceğinden ben Ankara’dan Avukat tuttum. Kendisi de dava sırasında telefonla ve görüşerek çok yardımcı oldu.

Sabah Ziya Ağabeyim ve Avukat Abdullah Bey’le olay yerine gittik. Ben olay yerine kazadan sonra ilk defa geliyordum.Yol iki şeritliydi. Çeşmenin arkasında hem ilkokul, hem de lise vardı. Yolun karşı tarafıydı. Araba orada yayaya nasıl çarpmıştı. Anlamak zordu. Yolun ortasında sollama yasağını gösteren kesintisiz beyaz çizgi, sağ tarafta iki okul işaret levhası vardı.  Sol tarafta da az ileride yine okul işaret levhası vardı.Bala lisesinin araba girişi yerinde, kaldırım hizasında kan izleri daha belli oluyordu. Halbuki bizim aldığımız duyumda kaza yeri Belediye Arasözüyle yıkanmıştı. Demek ki insan kanı kaybolmuyordu.

Bizim aldığımız duyumlara göre de Kaza:

Tohumlar Köyünde kalan Halil bu hafta eve gelmek istemeyip, orada kalmış. Kendisi sivilce ilacı kullanıyordu. İlacını Hafta içerisinde Ankara’ya gidip Gazi Hastanesinde yazdırmış. Aldığı ücretiyle kendisine de Ayakkabı, giyecek ve Telefon hattı vs. almış. Bu ayın sonunda Adana’ya   gitmeyi planlıyormuş. Bir kısım parasını ayırmış.  İlacının kalmadığını görünce Bala’ya gelmiş. Lokantacı arkadaşının yanında çorba içmiş. Bir diğer arkadaşının evinde oturup çay içmişler. Oradan Eczaneye gelerek Reçetesini verip ilacının getirilmesini istemiş Eczanede çalışan Murat arkadaşı olduğundan bir süre sohbet etmişler. Akşam Murat çıkarken kendisi de beraber çıkmış. Murat evine gitmiş. Kendisi de hem sigara içmek, hem de takıldığı  dershaneye gitmek üzere Bala Lisesine doğru yürümüş. Yolda Lisenin önündeki çeşmede su dolduran okul arkadaşı Can’ı görünce yolu geçip kaldırımda Can’ın yanına gelmiş. Canla tokalaşmak üzereyken arkadan çok hızlı gelen M.Ç’nin kullandığı Kartal Marka taksi Halil’le hızla çarpmış. Halil havaya fırlamış, arabanın üstüne düşüp tekrar fırlamış ve Bala Lisesinin oto girişine, cep tabir edilen noktaya düşmüş. Çarpmanın etkisiyle Halil’in dili boğazına kaçmış. Nefes alamıyormuş. Yolda bisikletiyle Bala tarafına gelen Selahattin isimli bir sağlık okulu mezunu dilini boğazından çıkararak nefes almasını ve yaşamasını sağlamış. Arabanın üzerine arka üstü düşünce beyin sapı denilen bölge aracın camıyla kaportası arasında bulunan çerçeve demirine gelmiş. Bu Yüzden beyin sapı çok fazla hasar görmüş. Sağ omuzu arabanın ön camına gelip arabanın ön camını kırmış. Omuz başı yara olmuş, omuz kemiği çatlamış vaziyette Hastanede yoğun bakımda yatıyordu. Araba hiç fren yapmamış, durmamış. Araç ileride durup şoförü M.Ç. araçtan inip kaçarak Fatma isimli yaşlı kadının bahçesine saklanmış. Arabada bulunan kız kardeşi inerek yolun karşısında bulunan emekli Polis Mekin Bey’in dükkanında evlerine  telefon etmiş. Mekin Bey’de telefonla hemen karakolu arayıp haber vermiş, hem de hastaneyi arayıp Ambulans istemiş. Olay yerine polisler gelmişler.Trafik Polisi Mustafa Gödek hemen kaldırımı çizmeye, araç izini tespit etmeye başlamış.Yaralı ile ilgilenmemiş. Buna sinirlenen bir polis arkadaşı Mustafa Gödek’in yakasına yapışmış. Yerde yatanın insan olduğunu,ilgilenmesini istemiş. Hemen ayırmışlar. Doktor  Salih Bey gelince Hastayı Ambulansı beklemeden hemen Sağlık Ocağına kaldırmışlar. Biraz sonra olay yerine M.Ç.’nin Babası Ahmet Çalış gelip, kazayı kendisi üstlenmiş. Bunları Başkomiser’e olay yerinde anlatan Can, ifade vermek üzere Baş Komiser Ali Mülayim’le ve Ahmat Çalış’la Karakola gitmek üzere olay yerinde ayrılmışlar. Hatta Can :

-Ben kendimi çeşmeye zor attım. Az daha beni de ezecekti... diyormuş.

Avukat yeğenim:

-Böyle bir yerde kaza yapan insan yüzde yüz suçlu olur, isterse çocuk değil kırk yıllık şoför olsun... Arkadan çarpmak suç... Yolda olsa bile sollama yasağı çizgisini, okul levhalarını görmüyorlar mı?  diyordu.

 Misafirleri ve Ziya Ağabeyimi Osmaniye’ye memlekete yolladım. Bende Hastaneye Halil’in yanına gittim.

Kazanın 19. gününde Bala’nın içinde geçen kazanın meydana geldiği ana yola, eski Kaman-Kırşehir yoluna 7-8 yerden hız kesici bariyer konmuştu. Kazanın aşırı süratten kaynaklandığını Yetkililer dahil herkes biliyordu. Bir daha arabalar İlçe içerisinde hızlı seyretmesin, böyle kazalar olmasın diye bu bariyerler konmuştu.

Kazanın 22. günü Kardeşim Hasan iki arkadaşı, Hanımı ve bir arkadaşının hanımı ile Bala’ya geldiler. Temsilcisi olduğu Diyanet-Sen’in toplantısı varmış. Arkadaşlarıyla toplantıya gelmişler, gelirken Hanımını da getirmiş, hanımına da yol arkadaşı olarak arkadaşının hanımını da almış. Kendilerine Diyanetin Misafirhanesinden yer ayırtmışlar. Hanımları eve bırakıp kendileri misafirhaneye gideceklermiş. Eşim ben gelinceye kadar salmamış. Ben gelince gitmek istedilerse de izin vermedim:

-Hasta ziyaretine geldiyseniz benim misafirimsiniz dedim.

Akşam oturup konuştuk, sohbet ettik. Sabah beraber Ankara’ya gittik. Beni Güven Hastanesinin alt tarafında indirip  kendileri toplantıya gittiler. Kendilerine Akşama mutlaka gelmelerini söyledim. Ben hastayı ziyaret edeceklerini bekliyordum ama olmadı. Biraz sonra Memur-Sen Genel Başkanı bir telefon edip geçmiş olsun dileklerini bildirdi.

O gün kardeşim ne hastaneye, nede akşam eve geldi. İkinci gün yine gelmediler. Akşam ben yatarken artık sinirliydim. Kardeşimi biliyordum. Yıllar önce benden yediği bir s.. ile Abi demeye başlamıştı. Yine aynısı olacaktı. Eşim Arkadaşlarının yanında yapma, çek kenara ne söyleyeceksen söyle, evde rezalet çıkarma diyordu. Bu adam sendika temsilcisiydi. Bu tür konularda başkalarına yardım etmesi, öncü olması  gerekiyordu ama kendi öz yeğeni bile  umurunda değildi. Hasta ziyaretine değil kendi işine gelmişti. Bu durum bana ters geliyordu. Sabrımı zorluyordu. Beni adam yerine koymayanı ben hiç koymazdım. Annem bana boşuna “Deli” demiyordu.

            Sabah misafirleri de alıp eşimle birlikte hastaneye gittik. Ziyaret saati bittikten sonra TDV misafirhanesinden geldiler. Kardeşimi alıp Hastanenin dışına çıkardım. Yolda yürürken:

            -Hasan sen niye geldin?

-Abi bu ne demek oluyor?

-Hasan niye geldin? İşin bittimi?

-Bitti ama bu ne demek şimdi..

-İşin bittiyse arkadaşlarını al, s.. ol git.

Cevap vermesini beklemeden geri dönüp kantinde oturan eşimi alıp çıktım. Arkadaşları da kendi de şaşırıp kalmıştı.

Biz aşağı Amerikan Konsolosluğunun yan tarafında bulunan Otobüs durağında otururken geldi. Yanıma oturdu. Cüzdanını çıkarıp eşime uzattı.

-Al..

-Abine ver, bana niye veriyorsun? Cüzdanı bana uzattı.

-Koy cebine.

Bu arada Belediye Otobüsü geldi. Biz şaşkın bakışları  altında Otobüse binip ayrıldık.

Tekrar hastaneye çıkıp eşiyle Halil’i ziyaret etmişler. Memlekete gitmişler. Bir gün sonra Ziya Abim telefon etti. Olayı ona anlattım. Sadece:

-Her şey para değil. Dedi. Başka bir şey söylemedi.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder