Kazadan 12 gün sonra ben Halil’in
yanında olduğum sırada Doktorlar Halil’in değerlendirmesini yapıyorlar, beni
fark etmiyorlardı. Halil’in fişinin çekilip çekilmemesinden bahsediyorlar,
Glaskow’un çok düşük olduğunu, bu şekilde yaşamasının mümkün olamayacağını
konuşuyorlardı. Beni fark edince hemen dışarı çıkardılar. Bende dışarı çıkınca
hemen İstanbul’da yoğun bakım hemşiresi olan yeğenimi aradım. Kısa bir
konuşmadan sonra:
-Bilmiyorum Amca..
-Yeğenim biliyorsan söyle.
Glaskow 4 diyorlar bu ne demek oluyor?
-Bilmiyorum Amca. Hocama sorayım,
sana cevap veririm..
Hocası yerine hemen babasını,
yani Ziya Ağabeyimi aramış, Halil’in durumunun iyi olmadığını söylemiş. Glaskow
4 demek Beyin fonksiyonlarının durma noktasında olması, bitkisel hayat
başlangıcı demekmiş. Ağabeyim beni arayıp teselli veriyordu.
Akşam saat beşte bilgi alırken
doktora Glaskow’u sordum. Glaskow, Beyin uzmanlarının bir derecelendirmesiymiş.
Tıp tarihinde Glaskow 7 de ölen, 4 de kurtulan hastalar oluyormuş. Ama daha
4’ün altında kurtulan hasta olmamış. Halil sınırdaymış. Anlaşılan sabahki
konuşmalarını duyduğumu biliyorlardı. Bir gün sonra Prof. Dr. Hızır Bey beni odasına çağırdı.
A Blok’a giriş katının bir alt
katındaki odasına gittim. Kısa bir konuşmadan sonra bana sordu:
-Sen Allah’a inanır mısın?
-Ben din görevlisiyim.
-Din görevlisi olabilirsin ama
Allah’a inanmak daha başkadır. Allah’tan ümit kesilmez ama bu hastadan herhangi
bir gelişme yok. Tedaviye hiç cevap vermiyor. Herhangi bir umutta yok. Böyle
kalacağından korkuyorum. Ben Allah değilim. Böyle bir hastayla ilk defa
karşılaşıyorum. Beyin sapı çok hasarlı. Böyle kalacağından korkuyorum... Ölürse
veya fişini çekecek olursak organlarını bağışlar mısın... dediğini
hatırlıyorum.
Doktor konuşuyordu. Artık ben
dinlemiyordum. Dünya başıma yıkılmıştı... Kendisine ne cevap verdiğimi
hatırlamıyorum. Dışarı çıktım. Yanımda yeğenim Şeref vardı. Hastaneden çıktık.
Amerikan konsolosluğunun yanına doğru inerken Ziya Ağabeyimi aradım:
-Abi durum çok kötü. Ben
bittim.... Yanıma gel..
Artık ilk defa ağlıyordum. Kolum aşağı düştü. Ağabeyim telefonda
ne diyordu onu bile duymuyordum. Yeğenle hemen hiç konuşmadan Meclis parkına
kadar indik. Bir süre oturup kendimi toplamaya çalışıyordum. Yeğenim biraz
teselli verip ayrıldı.
Bir gün sonra Ağabeyim hemen
gelmişti. Beraber doktorun yanına gittik. Ağabeyime de bana söylediğine benzer
şeyler söyledi. Morallerimiz bozulmuştu. Ağabeyim bana teselli vermeye
çalışıyordu. Cuma günüydü. Cuma Namazı için Kocatepe Camiine gittik. Camiye
girerken bir telefon geldi. Halil’in sıra arkadaşıydı. O gelince hemen yanına
almışlar. Arkadaşı yanına gelince Halil’in ilk defa kalp atışı değişmeye
başlamış. Cami çıkışı beklemeden hemen hastaneye koştuk. Doğruydu. Halil’in
kalp atışları ilk defa değişmişti. Doktorlar ve hemşireler hemen başına
toplanmışlardı. İyi bir gelişmeydi. Ondan sonra doktor ve hemşireler bize:
-Arkadaşları varsa gelip ziyaret
edebilirler. Biz onlara kolaylık sağlarız. Bu hasta sese tepki vermeye başladı.
Bu iyi bir gelişme... Dediler.
Ağabeyim de ben de biraz olsun
rahatlamıştık.
Durumu yakın arkadaşlarına bildirdik. Onlar gelince hemen yoğun bakım
odasına alıp Halil’i kısa da olsa görmesini sağlıyorlardı. Halil Yoğun Bakımda
yatan tek genç hasta idi. Çalışan doktor ve hemşireler çok iyilerdi. Bize çok
iyi davranıyorlar, Hastaya da çok iyi bakıyorlardı. Kendilerine ne kadar
teşekkür etsek azdı...
Kazadan 15 gün sonra İstanbul’da
Avukat olan Yeğenim Abdullah Bey, Hanımı ve kardeşi Abdurrahman geldiler. Kendisi Amcamın kızının oğlu, hanımı da
Rahmetli Halil Ağabeyimin kızıydı. Babası öldükten iki-üç ay sonra doğmuştu.
Benim oğlumun adı da Ağabeyimin adıydı. Halil Ağabeyim Din görevlisi iken
Ankara’ya Askere gelmiş, Askerde rahatsızlanmış, altı ay kadar GATA’da tedavi
görmüştü. Sonra’da askerden Hava değişimine gönderilmişti. Daha sonra çeşitli
hastanelerde tedavi görmüş, Böbrek yetmezliği ve Üre Hastalığında Haziran 1980’de vefat etmişti. Bu günkü
imkanlar olsa belki de ölmeyecekti. O zamanlar böbrek nakli, diyaliz pek bilinmiyor
ve uygulanmıyordu. Hatta Kavaklıdere’de Güven Hastanesinin alt taraflarında
gezinirken Ziya Ağabeyim anlatmıştı
Halil Ağabeyim GATA’ da yatarken elli şişe serum istenmiş, oda tüm
Ankara’yı araştırıp Kavaklıdere’de bir eczanede kırk beş şişe serumu zor
bulmuştu. O zamanlar böyle Hastane ve imkanlar yoktu.
Akşam eve beraber döndük. Yeğenim
Abdullah Bey:
-Halil’in Avukatı ben olacağım.
İnşallah bu çocuk kurtulacak, büyük hizmetler yapacak .. diye bana teselli
vermeye çalışıyordu.... Bana da ;
-Sakın şikayetçi değilim deme..
diyordu. Şikayetçi değilim diyenlerin sonrada bir hak elde edemezler
diyordu.... Bu şekilde binlerce vaka varmış... İstanbul’dan gelip
gidemeyeceğinden ben Ankara’dan Avukat tuttum. Kendisi de dava sırasında
telefonla ve görüşerek çok yardımcı oldu.
Sabah Ziya Ağabeyim ve Avukat
Abdullah Bey’le olay yerine gittik. Ben olay yerine kazadan sonra ilk defa
geliyordum.Yol iki şeritliydi. Çeşmenin arkasında hem ilkokul, hem de lise
vardı. Yolun karşı tarafıydı. Araba orada yayaya nasıl çarpmıştı. Anlamak
zordu. Yolun ortasında sollama yasağını gösteren kesintisiz beyaz çizgi, sağ
tarafta iki okul işaret levhası vardı.
Sol tarafta da az ileride yine okul işaret levhası vardı.Bala lisesinin
araba girişi yerinde, kaldırım hizasında kan izleri daha belli oluyordu.
Halbuki bizim aldığımız duyumda kaza yeri Belediye Arasözüyle yıkanmıştı. Demek
ki insan kanı kaybolmuyordu.
Bizim aldığımız duyumlara göre de
Kaza:
Tohumlar Köyünde kalan Halil bu
hafta eve gelmek istemeyip, orada kalmış. Kendisi sivilce ilacı kullanıyordu.
İlacını Hafta içerisinde Ankara’ya gidip Gazi Hastanesinde yazdırmış. Aldığı
ücretiyle kendisine de Ayakkabı, giyecek ve Telefon hattı vs. almış. Bu ayın
sonunda Adana’ya gitmeyi planlıyormuş.
Bir kısım parasını ayırmış. İlacının
kalmadığını görünce Bala’ya gelmiş. Lokantacı arkadaşının yanında çorba içmiş.
Bir diğer arkadaşının evinde oturup çay içmişler. Oradan Eczaneye gelerek
Reçetesini verip ilacının getirilmesini istemiş Eczanede çalışan Murat arkadaşı
olduğundan bir süre sohbet etmişler. Akşam Murat çıkarken kendisi de beraber
çıkmış. Murat evine gitmiş. Kendisi de hem sigara içmek, hem de takıldığı dershaneye gitmek üzere Bala Lisesine doğru
yürümüş. Yolda Lisenin önündeki çeşmede su dolduran okul arkadaşı Can’ı görünce
yolu geçip kaldırımda Can’ın yanına gelmiş. Canla tokalaşmak üzereyken arkadan
çok hızlı gelen M.Ç’nin kullandığı Kartal Marka taksi Halil’le hızla çarpmış.
Halil havaya fırlamış, arabanın üstüne düşüp tekrar fırlamış ve Bala Lisesinin
oto girişine, cep tabir edilen noktaya düşmüş. Çarpmanın etkisiyle Halil’in
dili boğazına kaçmış. Nefes alamıyormuş. Yolda bisikletiyle Bala tarafına gelen
Selahattin isimli bir sağlık okulu mezunu dilini boğazından çıkararak nefes
almasını ve yaşamasını sağlamış. Arabanın üzerine arka üstü düşünce beyin sapı
denilen bölge aracın camıyla kaportası arasında bulunan çerçeve demirine
gelmiş. Bu Yüzden beyin sapı çok fazla hasar görmüş. Sağ omuzu arabanın ön
camına gelip arabanın ön camını kırmış. Omuz başı yara olmuş, omuz kemiği
çatlamış vaziyette Hastanede yoğun bakımda yatıyordu. Araba hiç fren yapmamış,
durmamış. Araç ileride durup şoförü M.Ç. araçtan inip kaçarak Fatma isimli
yaşlı kadının bahçesine saklanmış. Arabada bulunan kız kardeşi inerek yolun
karşısında bulunan emekli Polis Mekin Bey’in dükkanında evlerine telefon etmiş. Mekin Bey’de telefonla hemen
karakolu arayıp haber vermiş, hem de hastaneyi arayıp Ambulans istemiş. Olay
yerine polisler gelmişler.Trafik Polisi Mustafa Gödek hemen kaldırımı çizmeye,
araç izini tespit etmeye başlamış.Yaralı ile ilgilenmemiş. Buna sinirlenen bir
polis arkadaşı Mustafa Gödek’in yakasına yapışmış. Yerde yatanın insan
olduğunu,ilgilenmesini istemiş. Hemen ayırmışlar. Doktor Salih Bey gelince Hastayı Ambulansı
beklemeden hemen Sağlık Ocağına kaldırmışlar. Biraz sonra olay yerine M.Ç.’nin
Babası Ahmet Çalış gelip, kazayı kendisi üstlenmiş. Bunları Başkomiser’e olay
yerinde anlatan Can, ifade vermek üzere Baş Komiser Ali Mülayim’le ve Ahmat
Çalış’la Karakola gitmek üzere olay yerinde ayrılmışlar. Hatta Can :
-Ben kendimi çeşmeye zor attım.
Az daha beni de ezecekti... diyormuş.

Avukat yeğenim:
-Böyle bir yerde kaza yapan insan
yüzde yüz suçlu olur, isterse çocuk değil kırk yıllık şoför olsun... Arkadan
çarpmak suç... Yolda olsa bile sollama yasağı çizgisini, okul levhalarını
görmüyorlar mı? diyordu.
Misafirleri ve Ziya Ağabeyimi Osmaniye’ye memlekete yolladım.
Bende Hastaneye Halil’in yanına gittim.
Kazanın 19. gününde Bala’nın
içinde geçen kazanın meydana geldiği ana yola, eski Kaman-Kırşehir yoluna 7-8
yerden hız kesici bariyer konmuştu. Kazanın aşırı süratten kaynaklandığını
Yetkililer dahil herkes biliyordu. Bir daha arabalar İlçe içerisinde hızlı
seyretmesin, böyle kazalar olmasın diye bu bariyerler konmuştu.
Kazanın 22. günü Kardeşim Hasan
iki arkadaşı, Hanımı ve bir arkadaşının hanımı ile Bala’ya geldiler. Temsilcisi
olduğu Diyanet-Sen’in toplantısı varmış. Arkadaşlarıyla toplantıya gelmişler,
gelirken Hanımını da getirmiş, hanımına da yol arkadaşı olarak arkadaşının
hanımını da almış. Kendilerine Diyanetin Misafirhanesinden yer ayırtmışlar.
Hanımları eve bırakıp kendileri misafirhaneye gideceklermiş. Eşim ben gelinceye
kadar salmamış. Ben gelince gitmek istedilerse de izin vermedim:
-Hasta ziyaretine geldiyseniz
benim misafirimsiniz dedim.
Akşam oturup konuştuk, sohbet
ettik. Sabah beraber Ankara’ya gittik. Beni Güven Hastanesinin alt tarafında
indirip kendileri toplantıya gittiler.
Kendilerine Akşama mutlaka gelmelerini söyledim. Ben hastayı ziyaret
edeceklerini bekliyordum ama olmadı. Biraz sonra Memur-Sen Genel Başkanı bir telefon
edip geçmiş olsun dileklerini bildirdi.
O gün kardeşim ne hastaneye, nede
akşam eve geldi. İkinci gün yine gelmediler. Akşam ben yatarken artık
sinirliydim. Kardeşimi biliyordum. Yıllar önce benden yediği bir s.. ile Abi
demeye başlamıştı. Yine aynısı olacaktı. Eşim Arkadaşlarının yanında yapma, çek
kenara ne söyleyeceksen söyle, evde rezalet çıkarma diyordu. Bu adam sendika
temsilcisiydi. Bu tür konularda başkalarına yardım etmesi, öncü olması gerekiyordu ama kendi öz yeğeni bile umurunda değildi. Hasta ziyaretine değil
kendi işine gelmişti. Bu durum bana ters geliyordu. Sabrımı zorluyordu. Beni
adam yerine koymayanı ben hiç koymazdım. Annem bana boşuna “Deli” demiyordu.
Sabah misafirleri de alıp eşimle
birlikte hastaneye gittik. Ziyaret saati bittikten sonra TDV misafirhanesinden
geldiler. Kardeşimi alıp Hastanenin dışına çıkardım. Yolda yürürken:
-Hasan sen niye geldin?
-Abi bu ne demek oluyor?
-Hasan niye geldin? İşin bittimi?
-Bitti ama bu ne demek şimdi..
-İşin bittiyse arkadaşlarını al,
s.. ol git.
Cevap vermesini beklemeden geri
dönüp kantinde oturan eşimi alıp çıktım. Arkadaşları da kendi de şaşırıp
kalmıştı.
Biz aşağı Amerikan
Konsolosluğunun yan tarafında bulunan Otobüs durağında otururken geldi. Yanıma
oturdu. Cüzdanını çıkarıp eşime uzattı.
-Al..
-Abine ver, bana niye veriyorsun?
Cüzdanı bana uzattı.
-Koy cebine.
Bu arada Belediye Otobüsü geldi.
Biz şaşkın bakışları altında Otobüse
binip ayrıldık.
Tekrar hastaneye çıkıp eşiyle
Halil’i ziyaret etmişler. Memlekete gitmişler. Bir gün sonra Ziya Abim telefon
etti. Olayı ona anlattım. Sadece:
-Her şey para değil. Dedi. Başka
bir şey söylemedi.
.jpg)

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder